[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
15-16 Haziran Direnişi’nin ardında yatan kendine güven duygusunun, hakkını sokaklarda arama bilincinin, polisle-jandarmayla çatışma içerisine girmekten çekinmeyen bir cesaretin ve militan cüretkârlığın, 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğunu görmek gerekir.
Ekonomik buhranın gittikçe derinleştiği, hâkim sınıfların kendi arasındaki çelişkilerinin şiddetlendiği ve buna bağlı olarak işçi, köylü ve gençliğin mücadelesinin yükseldiği bir ortamda, burjuvazi 274-275 sayılı sendikal yasaları değiştirerek işçi sınıfının haklarını gasp edecek yeni bir yasa tasarısı hazırlığına girişmişti. Tasarı, işçilerin istedikleri sendikalara serbestçe üye olmalarını ve istemedikleri sendikalardan ayrılma haklarını güçleştiren, toplu sözleşme ve grev haklarını büyük ölçüde kısıtlayan hükümler içermekteydi. Sendikaların ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için iş kolunda sigortalı çalışan işçilerin en az üçte birini üye yapması barajı getiriliyordu. Ayrıca konfederasyonların faaliyet gösterebilmesi için ülke çapında sendikalı işçi sayısının üçte biri üyeye sahip olması barajı konmuştu. Bu madde, DİSK’in üye sayısının bu oranın altında kaldığı tespit edilerek konulmuştu.
Yasa değişikliklerinin mecliste kabul edilmesinin ardından, işçi temsilcilerinin de geniş katılımıyla yapılan kalabalık toplantıda DİSK eylem kararı aldı. DİSK’in planına göre miting 17 Haziran’da yapılacaktı. Ancak DİSK’in kanuna karşı çıktığı ve protesto edeceği haberi bir anda tüm fabrikalara, işyerlerine, kahvelere ve hatta evlere kadar ulaştığında, zaten diken üzerinde olan işçi sınıfı kendiliğinden derhal sokaklara aktı. Sonrasında direnişi bitirmelerini salık veren de Kemal Türkler’in radyodan yaptığı; “İşçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli temsilcileri, anayasal haklarınız için direndiniz, direniyorsunuz. Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için, hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz. Bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilirler, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizleri uyarıyorum” konuşması ile bu tarihsel ihanetin mimarı DİSK yönetimi olacaktı.
15 Haziran günü, 115 iş yeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran Direnişi, İstanbul ve İzmit çevresini kapsadı. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durdu. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenliyorlar ve kent merkezlerine doğru hareket ediyorlardı. DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler bu protestoları kendi inisiyatifleriyle başlatmış ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle yalnızca iş bırakmakla sınırlamamışlardı. Ertesi gün Kartal’da, Levent’te ve Topkapı tarafında çatışmalar çıkmış, polis ateş açmıştı. Ordu, tanklarıyla ve zırhlı birlikleriyle gösterilere müdahale etmeye çalışıyordu. Askerlerin oluşturduğu barikatlar aşılıyor ve polisle çatışmaya girişiliyordu. Kadıköy’deki çatışmalarda, polisin açtığı ateş sonucun da üç işçi öldürülmüş, 200 işçi yaralanmıştı.
Bu muazzam direnişin zayıf karnı ise akşam saatlerinde ordunun sıkıyönetim ilan etmesiyle açığa çıktı. DİSK yönetiminin işçileri “sükûnete” çağırmasının ardından işçiler fabrikalarına geri döndüler. Fakat bazı fabrikalarda iş durdurma ve iş yavaşlatma eylemleri devam etti. Fabrikalardaki direnişi ne asker ne de polis baskısı engelleyemedi. Hareket iki günle sınırlı kalmayacak, sıkıyönetimin ilanına rağmen 12 Mart 1971’e dek sürecek bir hareketin başlangıcı olacaktı. Üç ay süren sıkıyönetim sonunda işten çıkarılan işçi sayısı beş bini aşmıştı. Yine de sistem başarıya ulaşamadı, yeni sendika yasası uygulamaya sokulamadan iptal edildi.
İşçi sınıfının tüm sendikal kazanımlarını ortadan kaldırmak için sistem, 12 Eylül 1980’i beklemek zorunda kalacaktı. İşçilerin bu büyük direnişi, durgun bir denizdeki anlık bir dalgalanma olmaktan çok öte; yıllara yayılarak günümüzde de hâlâ kendini gösteren bir direngenlikti. Direniş, başlangıcı ve temellerini buradan alan bir yükselişin ürünü kendiliğinden bir patlamaydı. Bu genel direniş içerisinde bizzat yer alan İbrahim Kaypakkaya yoldaşın 15-16 Haziran’la ilgili çıkarımları ise hâlâ güncel birer kaynak olarak önümüzde durmakta ve bize yol göstermeye devam etmektedir.
“İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi.
“İkinci olarak, işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu hâkim sınıfların ordusundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi.
“Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük-burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.
“Dördüncüsü, 15-16 Haziran direnişinin bastırılması, devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşamayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkûm olduğunu gösterdi.
“Beşincisi, 15-16 Haziran’dan sonra gelen ve üç ay süren sıkıyönetim, en zor şartlarda dahi mücadeleye devam etmenin ancak gerçekten devrimci bir örgütlenmeyle, kanundışı bir temel atarak ve çalışmaları bu temel üzerine inşa ederek mümkün olabileceğini gösterdi. Legaliteye bel bağlamanın, revizyonist örgütlenmenin, şiddetlenen sınıf mücadelesi şartlarında halkımıza zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını gösterdi.
“Altıncısı, 15-16 Haziran Direnişi, ülkemizde devrimin objektif şartlarının ne kadar olgunlaştığının somut bir delili oldu.”