Kasım 1987 tarihli Yeni Demokrasi Dergisi’nde yer alan “12 Eylül Demokrasisi ve Devrimci Tavır” başlıklı yazının bazı bölümlerini siz okurlarımızla paylaşıyoruz. 29 Kasım 1987 erken genel seçiminin hemen öncesinde hem faşist diktatörlüğün hem de faşist düzen partilerinin durumunu analiz ederek devrimci tavra odaklanan bu yazının, 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ile ilgili tespit ve değerlendirmelerinin bugün de önemini koruduğunu düşünmekteyiz. -YD
(…)
12 Eylül Askeri Darbesinin Geliş Nedenleri, Bugünkü Ekonomik ve Siyasi Durum
12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sinin sosyal ve siyasal durumu ve dünyadaki gelişmeler, egemen sınıfları bir askeri darbeye zorlamaktaydı:
Birincisi: Ekonomik ve siyasi kriz alabildiğine derinleşmiş, egemen sınıflar kendi deyimleriyle “70 sente” muhtaç olmuştu. Genelde emperyalist sistemin ekonomik bunalımının gelişmesi, bunun ise Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde daha şiddetli kendisini hissettirmesi, sürdürülen ekonomik politika ile bunalımın atlatılamaması, bunalımın her geçen gün derinleşmesini beraberinde getirdi.
Egemen sınıflar, ekonomik ve siyasi krizi atlatmanın çeşitli yollarını düşünüyorlardı. IMF patentli politikaları hayata geçirmek hiç de kolay olmayacaktı. Bu politika ancak kanla, zorbalıkla, zulümle yaşama geçirilebilirdi. Çünkü başta proletarya olmak üzere diğer ezilen ve sömürülen kesimler, bu yeni politikaya sert tepki gösterecekti. Sınıf mücadelesinin o günkü durumu bu tepkiyi gösterecek düzeyde seyrediyordu.
İkincisi: Her geçen gün devrimci durum yükseliyor; gösterilerin, mitinglerin, kitlesel ve bireysel silahlı eylemlerin, grevlerin boykot ve işgallerin önüne geçilemiyordu. Yığınlar her geçen gün daha çok ayağa kalkıyordu. Bu, var olan düzeni temelinden sarsmaya yöneliyor, egemen sınıflar ise o günkü politikalarıyla bunun önüne geçemiyordu.
Militan eylemlere giderek kitlesel halde daha fazla yönelen, devrimci örgütler etrafında daha güçlü örgütlenmeye giden bir halkın mücadelesinin, eğer önü alınmazsa nerelere varacağını, egemen sınıflar geçmiş deneyimlerinden dolayı çok iyi biliyorlardı.
Uluslararası ilişkileri ise hiç iyi değildi. Batı ve özellikle ABD emperyalizmi NATO’nun çıkarlarını koruma adına Türk hâkim sınıflarına görevler yüklüyordu. Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’yi askeri jandarmalıkla yükümlü kılmıştı, özellikle doğuda yeni yeni askeri hava alanlarının açılması ve bunlara yenilerinin eklenmesi hızla sürüyordu. 2. Ordu’nun Malatya’ya kaydırılması hem Kürt sorunu hem de Orta Doğu açısından stratejik bir konumunu gösteriyordu.
Türkiye’deki bu gelişmelerin önünü sivil bir yönetim alamaz ayrıca sınıf mücadelesinin boyutu nedeniyle jandarmalık görevini yerine getiremezdi. Bu görevi ancak askeri bir iktidar “başarıyla” yerine getirebilirdi. IMF patentli “ihracata yönelik sanayileşme’’, Türkiye’deki adıyla “24 Ocak Kararları” politikasının uygulandığı ülkelerde cuntalar işbaşına getirilmişti. Bu nedenle bu görevleri sivil hükümetlerin yapamayacağı tecrübeyle sabittir. 1,5 yıl uygulanan sıkıyönetim de sınıf mücadelesinin önüne geçememişti.
Ayrıca, egemen sınıflar arasındaki çıkar dalaşmaları, aralarındaki çelişmenin keskinleşmesini had safhaya vardırmıştı. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi daha da körüklüyor ve çelişkiler, sömürüden daha çok kim pay kapacak kaygısından doğduğu gibi halkın gelişen mücadelesinin hangi yöntemlerle bastırılacağından kaynaklanıyordu.
Yukarda saydığımız iç ve dış nedenler, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin esas nedenleridir. 1960 Anayasası’nın yürürlükten kaldırılması, parlamentonun feshi, 1982 Anayasası’nın çıkarılması, tüm demokratik hak kırıntılarının ortadan kaldırılması, grevlerin yasaklanması, işçi ücretlerinin dondurulması, halkın mücadelesinin neye mal olursa olsun bastırılması, devrimci örgütlerin tamamıyla çökertilmesi ya da devrimci örgütlere darbe vurulması, ulusal hareketin bastırılması esas görevleriydi. Daha doğrusu devletin reorganizasyonu, askeri yönetimin en önemli görevlerinden biriydi. Askeri yönetime şu veya bu şekilde “kerhen” karşı çıkan hâkim sınıf kliklerinin bazıları dahil toplumun hiçbir kesiminden ses çıkmamasını, ses çıkaranları ise askeri savaş yöntemi ile “çözmeyi” yani susturmayı hedef almıştı.
12 Eylül askeri yönetiminin, siyasi alandaki başarılarının en büyüğü; yukarıda söylediğimiz, halkın gelişen sınıf mücadelesini bastırması ve kısmi siyasi istikrar sağlamış olmasıdır. Ancak dışta bu başarı sağlanamadı. 12 Eylül ile birlikte ABD emperyalizminin Türkiye’deki hâkimiyetini daha da sağlamlaştırması, diğer Batılı emperyalistlerin ve RSE’nin (Rus Sosyal Emperyalizmi) darbeye hayırhah yaklaşmasına neden oldu. Batı Avrupalı emperyalistler, askeri yönetimin sınıf mücadelesini bastırmasını onaylıyorlar ama kendi uşak kliklerini (CHP) zayıflatmasına ve bütünüyle ABD’ye bağlanılmasına karşı çıkıyorlardı. Ayrıca kendi kamuoylarının baskısı da bu tavrı almada başka bir etken oluyordu. Batı Avrupalı emperyalistler için sorun, kendilerinin Türkiye’deki çıkarlarına dokunulmamasıydı. Sınıf mücadelesinin kanla bastırılması, halka “demokrasi” tanınmaması pek ilgilendirmiyordu onları.
RSE, önce sessiz kalırken Türkiye’nin doğusunda yeni askeri havaalanları açılması, ABD-Türkiye ikili anlaşmalarının hızlanması, Türkiye’nin silahlanmaya daha fazla ağırlık vermesi ve 2. Ordu’nun Malatya’ya kaydırılması onları kaygılandıran nedenlerdi. Türkiye’nin, RSE’nin kaygılanmaması için bazı ekonomik ve ticari anlaşmalar yapması, RSE’ye güvence vermesi, aradaki ilişkiyi belli oranda yumuşattı. 1984, 1986 ve 1987’deki Irak operasyonlarının hem Kürt ulusal hareketine yönelik bir yanı vardı hem de Orta Doğu’daki gelişmelere kayıtsız kalmayacağını belirtiyordu. Kerkük-Musul adının burjuva basınında ortaya atılması blöf değildi, egemen sınıfların yönelimini gösteriyordu.
12 Eylül sonrası Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığının daha fazla arttığını söylemek abartma olmaz. Zaten ABD’nin tezgâhı darbeyi, ABD’ci merkezci kanadın yapması bu gelişmelerin bazı kaba noktalarıdır.
12 Eylül askeri yönetimi döneminde ekonomik durum hiç de iç açıcı değildi. Emperyalizmin mali kuruluşu olan IMF patentli “24 Ocak Kararları”nın özü, emperyalist bunalımı atlatmak için yarı-sömürgelere dayatılan bir ekonomik politika paketi olmasıydı. Bu paketi büyük bir iştahla açan ülkelerin hiçbiri başarı kazanamadı aksine sosyal ve siyasal bunalım daha da derinleşti.
12 Eylül askeri yönetimi, IMF’nin daha önce sivil hükümetlere dayattığı bu politikayı hızla yürürlüğe koydu. Bunun başına da Özal’ı getirdi. (Evren’le Özal’ın dostluğu buradan başlıyor.) Kısa sürede enflasyonu düşüreceklerini, yatırımları artıracaklarını, ekonomiyi düzlüğe çıkaracaklarını ve “90’da Avrupa’ya erişeceklerinin” demagojisini yaymaya başladılar.
Ama ekonomi bir adım bile ilerlemedi. Halkın yoksullaşması 20 yıl öncesine gitti. Grevler yasaklandı, ücretler donduruldu. Taban fiyatları çok düşük tutuldu. Gübre fiyatları artırıldı. Fiyatlar birden fırladı. Halkın alım gücü alabildiğine düştü. Paranın değeri düşürüldü ve günlük kura göre ayarlanmaya başlandı. Yatırımlar %40 azaldı (Odalar Birliği 1983 Haziran Raporu). Küçük esnaf hızla iflas etmeye başladı. Bu kesim %60 faiz oranı olan krediyle çalışmak zorunda kalmıştı. Büyük işyerleri ve fabrikalar birer birer iflas edip kapanmaya başladı. Merkezci kanadın fabrikaları devlet desteği ile kurtarılırken diğer egemen kliklerin fabrikaları batmaya terk ediliyor ya da ucuza kapatılıyordu.
Bankerler olayı ise egemen sınıfların ekonomilerinin nereye vardığının bir işareti idi.
Büyük vurgunlar, hayali ihracatlar, spekülatif kazançlar vb. ekonominin belkemiğini oluşturuyordu. Hâkim sınıfların esasta merkezci kanadının kâr üstüne kâr kattığı doğru. Ancak bu kârlar, ekonomi düzenli bir gelişme eğilimi izlediği için değildir, spekülatif kazançların ürünüdür.
Bugün gelinen noktada emperyalizmin “bunalım politikası” olan “ihracata yönelik sanayileşme” aldatmaca politikası iflas etmiştir. Bu anlamda egemen sınıflar 12 Eylül askeri yönetimi altında ekonomiyi istikrara kavuşturamamışlardır. Halkı yoğun şekilde sömürme, kanlı bir terör estirme, işsizliği %20 oranında (4 milyon) artırma, halkın yoksullaşmasını 20 yıl öncesine götürme, dış borçlanmanın 30 milyarı aşması, iç borçlanmanın artması pahasına uygulanan politikalar ekonomiyi düzlüğe çıkarmamış, yeni bunalımlarla yüz yüze gelinmiştir.
12 Eylül ekonomist kalemşörlerinin iddiasının aksine ekonominin çizelgesi yukarı değil aşağıya doğru yönelmiş durumda. Emperyalizme koyu bağımlılığın sonu iyi değildir. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin bugünkü kaderi budur. Temeli çürük duvarı sıvamakla o duvar ayakta durmaz. “Küçük Amerika” ve “90’da Avrupa” hayallerinin “2000 yılında Kore olacağız” hayaline dönüşmesi boş sözler değildir. Bu sözler bile ekonominin gerilediğinin göstergesidir.
Kısacası egemen sınıflar, ne kadar demagoji yaparlarsa yapsınlar, hiçbir zaman düzlüğe çıkamayacaklardır. Katliamlar ve baskılar, hiçbir zorba için kurtuluş olmamıştır ve olamaz. İran Şahı, Somoza, Markos, Bokassa, Duvalier, Galtieri ve daha birçok diktatör de halka çok zulüm etmişlerdi. Ne yazık ki hiçbirinin ömrü “2000 yılında Japonya” olmaya vefa etmedi. Çünkü yığınların muazzam dönüştürücü rolü zorbalığa beş para değer vermiyor.
(…)
7 Yıllık Özal-Evren’in “Demokrasicilik” Oyunu Gelecekte Uygulayacakları Demokrasinin Teminatıdır. 12 Eylül’ün Seçim ve Demokrasi Komedileri!
12 Eylül döneminin seçim ve “demokrasi” oyunlarını irdelemek, tarihsel bir öneme haizdir. 12 Eylül’ün bu göstermelik “demokrasi” oyunlarının iç yüzünü ortaya çıkarmak ve teşhir etmek devrimcilerin önemli görevlerinden birisidir.
12 Eylül askeri yönetiminin ilk “demokrasi” oyunu, kendisine bir “Danışma Meclisi” oluşturmakla başladı. “Danışma Meclisi”, bizzat generallerin denetimi ve seçimi altında gerçekleşti. “Danışma Meclisi” parlamento fonksiyonunu yani yasama görevini yerine getirecekti. Daha açıkçası, generallerin direktifiyle hazırlanan yasaları, formalite icabı imzalayacaklar ve MGK’nin imzasına sunacaklardı. Nitekim bu meclis ömrü boyunca bunu yaptı. Egemen sınıfların hazırladığı 82 Anayasası’nı bir çırpıda hazırlayarak MGK’ye sundu. 1983 genel seçim yasasının yürürlüğe girmesiyle generallerin hizmet süreleri de doldu.
Egemen sınıfların değişik kanatları bile buna karşı çıktılar. Ama askerî yönetimin kendisine “demokratik” bir görünüm kazandırması gerekiyordu. Böylece kamuoyunda “yavaş yavaş demokrasiye” geçiliyor izlenimini ve beklentisini yaratmaya çalıştılar. TC tarihinin başlarında M. Kemal de milletvekili adaylarını kendisi seçiyor ve hangi ilden seçime gireceklerini tespit ediyordu. M. Kemal’in seçtiği adaydan başka hiçbir milletvekili adayına izin verilmiyordu. Tabii tek aday olduğu için de M. Kemal’in belirlediği adaylar milletvekili seçiliyordu.
Tarih, aynı süreci bir başka biçimde aynen tekerrür ediyor. M. Kemal’in TBMM’si halka şunu söylemiş oluyor: “Başka aday olmadığı için benim adayıma oy vermek zorundasınız.” Kenan Evren ve general arkadaşları ise halka “Demokrasi için Danışma Meclisi’ni biz seçiyoruz.” diyorlar.
1982 Anayasası Referandumu ve “Kırk Katır mı Kırk Satır mı” Politikası
1982 Anayasası egemen sınıfların yıllardır özlemini çektiği Mussolini İtalya’sı anayasasının tipik bir benzeridir. Halkın mücadelesi sonucu 1960 Anayasası’nda yer alan kısmi demokratik haklar, 12 Mart darbesi ile kısmen ve 1982 Anayasası ile bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Egemen sınıflar, halkın serbestçe örgütlenmesini, düşüncelerini özgürce açıklamasını, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinin önünü bu anayasa ile almak istedi. Devlet kurumlarını daha da askerileştirdi ve yeniden disiplin altına aldı. Bilumum gerici ve faşistleri devlet kurumlarına yerleştirdi. Demokrat, ilerici ve devrimcileri devlet kurumlarından “sakıncalı” diye attı, onlara soruşturma açtı, fişledi ve onları mahkemelerde süründürdü. Egemen sınıflar, 82 Anayasası ile halka yaptıkları ve yapacakları zulmü yasallaştırmış oluyorlardı.
1982 Anayasası’nın referandum ile “kabulü” göstermeliktir. Bu anayasa, halka zorla kabul ettirilmiştir. 1982 Anayasası aleyhinde propaganda yapmak, konuşmak veya tartışmak yasaktı. Anti-demokratik 82 Anayasası’nın bazı maddelerine (4. madde) karşı çıkan egemen sınıfların diğer kliklerine bile söz hakkı verilmedi. Kenan Evren tek başına bütün yurdu dolaşarak halkın 82 Anayasası’na “evet” demesini istedi. Eğer halk “evet” demezse yani 82 Anayasası kabul edilmezse gelecekte ne olacağını “kimse kestiremez” yollu tehditler savurdu. Kısacası, 82 Anayasası esas olarak dipçik zoruyla kabul ettirildi. Hatta sandık başına gidenlere sadece “evet” kâğıtları verildi, çoğu sandıklarda “hayır” kâğıtlarını bulmak mümkün değildi.
Dipçiklerin gölgesinde yapılan referandum ve seçimlerin “demokratik” hiçbir yanı olamaz. Ne yazık ki burjuva aydınları, 82 Anayasası’nın onaylanmasıyla askerlerin iktidardan çekileceği izlenimini yaydılar. Ve halkın “evet” demesini istediler. Egemen sınıflar da bunu bilinçli olarak yaydı. 82 Anayasası’nın onaylanmasıyla “demokrasiye” geçileceği, baskı ve katliamların azalacağı yalanını yaydılar. Oysa gerçek hiç de böyle değildi. Tersine, toplum tamamen askeri idare altına alınıyor, anayasaya “evet” demekle ipliği kendi eliyle boynuna geçirmiş oluyordu. Nitekim bugünkü uygulamalar 12 Eylül dönemiyle bir farklılık arz etmemektedir.
(…)