2021 1 Mayıs’ı “tam kapanma” dayatmasının özellikle 1 Mayıs’ı yasaklayacak şekilde hayata geçirilmesiyle birlikte bir irade savaşına dönüştü. 1 Mayıs’a dair irade savaşı olumsuz anlamda ‘iradeci’ bir anlayışı değil tam da sürecin gerektirdiği devrimci bir iradeyi koşulluyordu. Başka bir açıdan söylemek gerekirse; devletin baskı ve yasaklarla elde etmek istediği çok yönlü amaca karşı her türden direnişin bir anlamı vardı. Zira sermayenin ve devletin sendikalara, devrimci-demokratik yapılara ve her tür muhalif harekete karşı pandemi ve yasaklarla kamufle edilmeye çalışılan bir kuşatma, eylemden yoksun kılma ve içeriksiz bırakma saldırısı bulunuyor. Böyle bir saldırıyı sadece 1 Mayıs’a dair direngenlikle ya da devrimci bir irade savaşıyla karşılamak mümkün olmasa da bu direngenlik olmadan devrimci umudu yeşertmek de mümkün değildi. Çünkü bazı dönemler vardır ki o noktaya gelene kadarki yanlış ve yetersizlikler ne olursa olsun sergilenen direniş bir tercih değil zorunluluktur. Bedeli ne olursa olsun ancak bu direnişle bayrak yüksekte tutulabilir, umut korunabilir ve tam da yanlışları düzeltmek, yetersizlikleri gidermek için yeniden yön çizebilmenin koşulları yaratılabilir.
PANDEMİ BAHANESİYLE HALKIN ESİR ALINMASINA İZİN VERMEYELİM
Devletin son dönemde işçi sınıfına, halka ve devrimci-demokratik güçlere karşı saldırılarında en çok pandemi bahanesi kullanılıyor ve zihinlere hiçbir şeyin “olağan” seyrinde gitmediği işleniyor. Oysa yakın zamanda açıklanan bir rapor tersi bir gerçeği ifade ediyordu. Türkiye, gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYH) sadece yüzde 1,9’unu pandemi harcamalarına ayırmış ve dünyanın en az harcama yapan ülkelerinden biri olmuştu. Dahası işsizlik fonu dahil her tür kaynak, patronları ve iktidar gücünü korumak üzere seferber edilmişti. Bu da gösterdi ki hâkim sınıfların, algı yönetimi ve yasaklar dışında gerçekte pandemi diye bir gündemi bulunmuyor. Onlar için pandeminin ortaya çıkardığı fırsatlarla beraber her şey ‘olağan’ seyrinde işliyor yani çarklar dönüyor. İşçiler daha yoğun sömürülüyor, tarım ve köylülük şirketlere peşkeş çekiliyor, kadınlara saldırılar sürüyor, doğa talan ediliyor, gençlik baskılanıyor… Kısacası zengin daha zengin, yoksul daha da yoksul olmaya devam ediyor.
Adına “tam kapanma” dense de istatistiklere göre en azından 16 milyonun hastalık riski de olsa çalışmaya devam ettiği; 200 bine yakın işçinin “Kod 29” gibi gerekçelerle işten atıldığı; işsizliğin ve geçinememe sorununun on milyonlarca insanı ağır bir ekonomik tabloyla karşı karşıya bıraktığı bir süreçteyiz. Yine köylülere araziye çıkmak yasaklanırken Limak ve Cengiz Holding gibi hükümet destekli şirketlerin doğayı talan etmeye devam ettiği ve köylüler ürünlerini çöpe dökmek zorunda kalırken gıda fiyatlarının “uçtuğu” koşullarda sermaye ve devletin odaklandığı tek şey halkta biriken öfkenin dışarı taşmasını engellemekti. Bu 1 Mayıs’ı önemli kılan etmenlerden biri de buydu. Söz konusu tabloda egemenler, 1 Mayıs’ın halkın önünü açacak bir moral ivmesine dönüşmesini istemezdi.
1 MAYIS DİRENİŞTİR, HAFIZADIR…
Beklenen oldu ve devlet “tam kapanma” gerekçesiyle 1 Mayıs’ı ve 1 Mayıs öncesi eylem ve etkinlikleri yasakladığını ilan etti. Ancak daha günler öncesinden polis saldırısı ve gözaltı pahasına parça parça onlarca eylem, basın açıklaması, A/P çalışması vb. ile 1 Mayıs gündemi ve kararlılığı ortaya kondu. Sendika yönetimleri açısından bir kaçamak özelliği gösterse de yine yüzlerce fabrika ve işyerinde 1 Mayıs gündemli açıklama ve kutlamalar, işçi sınıfında 1 Mayıs hafızasının korunmasında olumlu bir işlev kazandı. Ve kuşkusuz emekçi semtlerde de çeşitli eylem ve etkinliklerle bu hafıza korundu. Yeterli değildi, genel eylem çapı ve kitle katılımı da düşüktü. Fakat “bir günü” (1 Mayıs’ı) yasaklama ve içini boşaltma peşindeki devlet onlarca gün ve kuşkusuz 1 Mayıs günü bu yöndeki iradeyle yüzleşmek zorunda kaldı. Uyguladıkları şiddeti gözlerden ırak tutmak için emniyet genelgesi yayınlasalar da ne şiddeti gizleyebildi ne de şiddet korkusunu hâkim kılabildiler. Devrimci ve demokratik güçler ısrar ve direngenlikleriyle devletin yaratmak istediği “sakinlik” ve “sessizliğe” izin vermediler. Erdoğan dahil devlet yetkilileri, antipropaganda mahiyetinde de olsa aslında bu hafıza ve iradeyi teslim etmek zorunda kaldılar. Aynı şey Türk İş, Hak İş gibi konfederasyonların başkanları ve 1 Mayıs’ın ardından “umut, demokrasi, örgütlü toplum” nutukları atan Kılıçdaroğlu için de geçerli. Kuşkusuz bu iradenin geniş kitleler nezdindeki yansıması önemliydi; ki bu bakımdan da 1 Mayıs direnişinin olumlu bir etkisi oldu. Bu olumluluğa düşülecek her şerh tam da dünden çıkarılacak dersler ve gelecekte yapılması gerekenlerle ilgilidir ki bunlara değinmeye çalışacağız.
DEVRİMCİ İRADE KİTLELERLE YOL ALMALIDIR
1 Mayıs, en azından devrimci ve komünist güçler açısından sadece bir günle sınırlı bir anlam taşımaz. 1 Mayıs aslında tüm bir yılın özetidir ve o güne kadar yapılan çalışmaların üzerinde yükselir; öyle olması gerekir. 2013 Haziran İsyanı gibi, kapsamda 1 Mayıs’ı aşan özgün dönemler haricinde -ki bu gibi dönemlerde de 1 Mayıs’ın özel bir rolü açığa çıkar- işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs, öncesi tüm faaliyetleri taçlandıran bir özellik gösterir. Özellikle 1 Mayıs’a giden aylarda işçi sınıfı ve örgütlülüklerine dönük faaliyetlere hız kazandırılarak 1 Mayıs’ın alt yapısı güçlendirilir. Bu “geleneksel” fakat özgün durumlar dışında kesinlikle gerekli politik yaklaşım; son yıllarda artan devlet baskısı, pandemi ve en önemlisi kitlelerden kopukluk nedeniyle ciddi oranda gerilemiş durumda. Doğal olarak devrimci çaba ve iradenin en zayıf noktasını tam da bu sınıfla, kitlelerle bağ kurma ve onları yine onların içinde konumlanarak örgütlemedeki yetersizlikler oluşturuyor. Hatta bu “yetersizlik”; kitlelerden yoksun bir devrimciliği, bir çizgi kırılmasını “tarz” haline getirdiği ölçüde “sol” görünümüne rağmen özünde ciddi bir sağcılığı barındırıyor. Ki bunun için devrimci-demokratik güçlerin tüm yıla yayılan faaliyet ve eylem çapına, bunların niteliksel düzeyine bakmak yeterlidir. Devrimcilik, kitleler nezdinde harekete geçirici, dönüştürücü bir politik rolde tanımlanıyorsa her şeyi bu ölçü üzerinden değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla 2021 1 Mayıs’ının anlam ve içeriğinde devrimci iradeyi gördüğümüz kadar bu iradenin içinde bulunduğu geri tabloyu da görmek zorundayız.
SENDİKALARDA “ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK” SENDROMU
Bu geri tablonun önemli bir ayağını sendikalardaki durum oluşturuyor. Devletin “tam kapanma” ve “yasak” işareti verdiği noktada Türk İş ve Hak İş gibi konfederasyonlardan 1 Mayıs’a dair bir beklenti taşınamayacağını herkes biliyordu. Fakat Türk İş içerisinde sınıftan yana kimi sendika ve şubelerin ciddi hiçbir girişimde bulunmayıp işyerlerinde sembolik kutlamalarla yetinmesi, içinde bulundukları koşullara teslim olduklarının da bir göstergesiydi. Geriye, 1 Mayıs’larda en azından devletle yürütülen görüşmelerde ve kitlelerin katılımına ön ayak olmada özel bir işlev kazanan DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’den oluşan “dörtlü yapı” kalıyordu. Ki burada da özünde aynı teslimiyet kendini gösterdi. Kuşkusuz bu durumu sadece konfederasyonlar bağlamında değil istisnalar haricinde tüm sendikalar ve şubeler nezdinde ifade etmek gerekir. Dörtlü yapı, daha devlet 1 Mayıs gününe dair net bir açıklama yapmamışken dahi 1 Mayıs gününü zorlamak şöyle dursun sembolik kutlamaları ve sanal alanı işaret ederek geri tutumunu açık etti. Sonuç olarak konfederasyonlara bağlı hemen hemen tüm sendikalar “öğrenilmiş çaresizlik” sendromuyla hatta onu aşan bir umarsızlıkla 1 Mayıs’ı karşıladılar. Sendikalarda, sınıf çıkarlarından uzak bürokratik bir yapı hâkimdi. Özellikle son dönemde var olan konumunun da gerisine düşecek bir biçimde sermayeye, devlete veya hâkim sınıf kliklerine göre biçim alan bir çizgi gelişmişti. Bu bakımdan alınan tutum “şaşırtıcı” değildi. Ancak eleştiri ve tartışmanın da bir o kadar devrimci olması gerekiyordu.
Sendikaların, özelde dörtlü yapının tutumu değerlendirilirken iki eğilim öne çıkıyor. Bunlardan birincisi, söz konusu sendikaları cepheden mahkûm ve teşhir ederek sınıfa yararı olmayan aşılması/dağıtılması gereken yapılar olarak gören eğilim; diğeri ise sendikalardaki, özelde ise “dörtlü yapı”daki gerçekliği, doğrudan veya dolaylı ilişkiler nedeniyle “sosyalist hareketin” gerçekliği olarak gören eğilim. Bu ikinci eğilime göre sendikaların bu durumda olması sosyalist hareketin de “özeleştiri” konusu olmalıdır. Kuşkusuz ilişkinin düzeyi ve durumuna göre özeleştirel yaklaşım kesinlikle gereklidir. Ancak bu ikinci eğilimin, sendikalardaki bürokratik yapıların 1 Mayıs’ta aksi yöndeki tutumunu önemsizleştirerek sorunu genelleyen kaçamak bir cevap geliştirdiği açıktır. Diğer yandan sendikalarda var olan tabloyu sürekli olarak tespit ve teşhir etmesine karşın buna karşı -çapından bağımsız- alternatif ya da müdahale geliştiremeyen bir yaklaşımın da durumu çok farklı değildir. Bu anlamda sendikalar ne devrimci-demokratik yapıların doğrudan bir yansımasıdır ne de onların sınıf mücadelesindeki dolayısıyla sendikal alandaki çizgi ve pratiğinden bağımsızdır. Tartışılması gereken bu çizgi ve pratiktir.
SALDIRI SINIF HAFIZAMIZA VE MÜCADELE GELENEĞİMİZEDİR
Eğer hâkim sınıf kliklerinden birinin arka bahçesi yapılma durumuna itiraz etmeyen, CHP’nin ve CHP’li belediyelerin kapısından ayrılmayan, başka ilerici sendikaların örgütlendiği yerlerde fırsatçılıkla üye ve yetki kazanmaya çalışan, direnen ya da greve giden şubelerine patronlarla iş birliği içinde tepeden müdahalelerde bulunan bir DİSK bürokrasisi varsa ve bununla barışık yaşanabiliyorsa 1 Mayıs’ta alınan tutumdan daha önemli olarak bu çizgi ve pratiklerin tartışılması gerekir. Aynı şey tüm sendikalar için geçerlidir. Özellikle son yıllarda tüm sendika ve şubelere; grev, direniş, eylem vs. yapmama, sınıfın diğer bölükleriyle ve başka sendikalarla dayanışma göstermeme, genel merkezlerin dediğinin dışına çıkmama ve asla hâkim sınıflarla kapışmama öğretilmekte ve bu tam da sendika bürokrasileri eliyle hayata geçirilmektedir.
Somut bir örnek vermek gerekirse; sınıfın mücadele birliği için önemli bir geleneği yaşatmaya çalışan değişik konfederasyonlardan şubelerin oluşturduğu İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu adında bir yapı var. Ve neredeyse tüm sendika merkezleri ve konfederasyonlar bu yapının bileşeni şubelerin orada olmalarından rahatsızlık duyuyor ya da baskı uyguluyor. Çünkü sınıf örgütlerinin dağınıklığından ve “sendikal rekabet”ten beslenen patronlar ve sendika bürokrasileri böylesi birlikleri tehlikeli görüyor. Bu platform ya da başka her türlü biçimde, işçi sınıfının birliği ve mücadelesi için çaba harcamayan tam tersine sendikal geleceğini tümüyle devlet, düzen partileri ve patronlarla “iyi geçinmeye”, onların dümen suyuna girmeye adayan bir çizgi ve yapının, doğal ki 1 Mayıs’ta da işçi sınıfının birliği ve mücadelesi için kaygı gütmesi beklenemez. Bugün işçiler çalışmaya devam etmesine rağmen “tam kapanma” bahanesiyle sendikal faaliyetin yasaklandığı durumda, buna tek bir itiraz geliştirmeyip bu durumu tatil fırsatına dönüştüren sendika bürokrasileri için de aynı şey geçerlidir. Sendikaların bütünde tablosu bu şekildedir. Bugün ise daha da ciddi olarak sınıftan yana her türlü “geleneği” ve “hafızayı” silmeye dönük bir yönelim söz konusudur.
İŞÇİ SINIFINI ÖRGÜTLEMELİ VE BİRLİĞİNİ SAĞLAMALIYIZ
Sorunun önemli bir diğer ayağını ise devrimci pratiğin sınıfsal çelişkileri, konumuz özgülünde özellikle işçi sınıfını örgütlemekten uzaklaşması oluşturmaktadır. Birçok değerlendirmede vurguladığımız gibi işçi sınıfının örgütsüzlük tablosunu ve sendikalardaki durumu tespit ettiğimiz her noktada bu yönelimi tartışmamız ve somutlaştırmamız gerekir. Bunun için en başta tüm devrimci-demokratik hareketlerin pratik etkileşimiyle ortaya çıkan “alışılageldik” tarzların dışına çıkmak gerekir. Bunun en basit haliyle tarifi şudur: Çalışmalar sınıfın içinde konumlanarak yürütülmeli, emekçi kitlelerle sürekli temas halinde olmalı; politikayı, mücadeleyi ve faaliyeti buralarda kurgulamalıyız. Bu aynı zamanda sınıfsal çelişkileri örgütlemeye hizmet etmeyen, onunla ilişkili olmayan her faaliyeti, harcanan her emeği bilinçli bir sorgulamaya tabi tutmak ve ona doğru yön kazandırmak demektir. İşçi sınıfı örgütsüzse, sınıfın sendikal örgütleri sarı sendikacılığın dahi gerisine düşmeye başlamışsa o zaman bir yerlerden başlamak, var olan odakları derinleştirmek ve geliştirmek gerekir. Her kritik eşikte veya her 1 Mayıs’ta benzer sorunlarla karşılaşıyor ve benzer tespitleri yapıyorsak söz konusu duruma bir müdahalede bulunmuyor, bu nesnelleşmiş olguya karşı özne rolümüzü oyna(ya)mıyoruz demektir. Değişmesi gereken en başta bu etkisizliktir. Parçadan bütüne, bir fabrikadan işkoluna, işkollarından sendikalara doğru sınıfın çelişkilerini örgütlemek ve daha ileri kazanımlar için yol almak zorundayız. Bu aynı zamanda devrimci çalışmanın işçi sınıfına has yoğun bir emek süreciyle örülmesi demektir.
En önemli eksikliklerden birisi sınıfın mücadele birliğinin sağlanamamasıdır. Birçok sendika ve şubenin, devletin ve sendika genel merkezlerinin baskısıyla bu duruma ayak uydurduğu koşullarda devrimci-demokratik güçlerin, işçi sınıfının mücadele ortaklığı ve dayanışması için özel bir çaba harcaması gerekiyor. Bugünkü gerçeklikte tek başına hiçbir sınıf odağının, çok yönlü saldırılara set olabilmesi olası değildir. Dar grup hesaplarıyla değil her geçen gün gerileyen bu örgütlülük tablosunun işçi sınıfı içerisindeki tüm odakları hedefe koyan bir saldırı olduğu biliciyle hareket edilmelidir. Ortak sınıf çıkarı bu birlik ihtiyacının üzerinde yükseleceği zemini oluşturmaktadır.
Uzağa gitmeye gerek yok; bu 1 Mayıs sürecinde, sendikaların genel tablosunun da bilincinde olarak bir ihtiyaç olarak tanımlanan ve devrimci-demokratik birçok gücü bir araya getiren 1 Mayıs Platformu bu yönde olumlu bir örnektir. Tüm yetersizliklerine rağmen 1 Mayıs öncesi ortak çalışmalar da 1 Mayıs günü sergilenen direniş de esasta bu platformdaki iradenin başarısıdır. Platform, sadece 1 Mayıs birlikteliği konusunda değil somut bir eylem birliğinin hangi temeller üzerinde yükselebildiğine de güncel bir örnek teşkil etti. İhtiyacın kendisi birliği koşullarken 1 Mayıs’a dair ortak amaç da çalışmalara ruhuna uygun bir içerik kazandırmış oldu. Bugün işçi ve emekçilerin mücadelesinin yükseltilmesi için de ortak amaçlarda birleşerek ihtiyaca yanıt olacak bir birlik çizgisi geliştirilmelidir.
Bu noktada güveneceğimiz en temel şey kendi sınıf çizgimiz ve yine sınıftan tüm güçlerle yan yana yürüyebilme irademiz olacaktır. Bu 1 Mayıs gösterdi ki biz Marksist-Leninist-Maoistler de devrimci iddiamıza ve işçi sınıfı içerisindeki mücadele alanlarımıza rağmen sürece ciddi bir müdahale geliştirecek yeterlilikte değiliz. İddiamız bu durumu değiştirmeye dönüktür ve nasıl bir yol yürümemiz gerektiğine dair bilincimiz berraktır. Birikimimiz ve deneyimimiz bize yöne göstermeye devam etmektedir. Fakat biliyoruz ki sürecin özgünlükleri vardır ve yine her bir mücadelenin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, çizgi ve modeller farklılıklar ortaya çıkarabilecektir. Tüm bunları bilerek yoğunlaşacağımız nokta ve aynı zamanda bu 1 Mayıs’ın bize gösterdiği şey; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlenme çalışmalarının derinleştirilmesi ve geleceğin devrimci iradesinin kitlesel karakterinin açığa çıkarılmasıdır.