[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Yeni Demokrasi: 2022 1 Mayıs’ının gündemlerini neler oluşturmaktadır?
DGD-SEN Genel Başkanı Neslihan Acar: Eylemlerde en öne çıkan taleplerden bir tanesi “geçinememe” ve ciddi anlamda yoksullaştırılmış, borçlandırılmış, proleterleştirilmiş bu emekçi yığınların, Anadolu halklarının köylerden boşaltılıp, buralara sürüldüğü, doğanın hızlıca metalaştırıldığı ve yağmaya açıldığı bütün alanın talepleri bir geçinememe, yaşayamama ekseninde. Artık barınma sorunları ciddi anlamda oluşmaya başladı. İşçilerin önceden 2000’lerin başında köy ile kentin bağı vardı. Yiyeceklerini, kışlığını köyden desteklenerek kurtarabiliyordu ya da tarlası, evi vardı ve kirası ile yaşayabiliyordu ama bu borçlandırma, yoksullaştırma dalgasıyla beraber işçilerin bu ayakları ve olanakları tamamen kesilmiş durumda. Bu kentlerde, metropollerde tamamen açlığa teslim edilmiş, kuru bir maaşla geçinemeyecekleri bir durumdalar. Buralardan aslında isyan yükseliyor. Bu dönemin 1 Mayıs’ına damgasını vuracak olan geçinememe ve pahalılık. Bunun karşısında durarak iş bırakıyor ya hak kazanıyor ya da kaybediyor. Tekrar yenisini örmek için daha güçlü gelebilmek için deneyim biriktiriyor işçiler. İkincisi de yaşayabilmek için aslında. Biz burada bağımsız sendikaların ve bu dönemin mücadeleci sendikalarının içinde bulunuyoruz. Yaşamsal sendikacılık denilen çok daha yaşamın içinden taleplerin olduğu, ciddi anlamda iş cinayetlerinin olduğu, çalışma ortamlarının, fiziki koşullarının tamamen korkunçlaştığı, işçinin bir iş cinayetindeki ederinin 12 bin liraya kadar düştüğü, en yüksek alanın 46-50 bin gibi rakamlarla karşılaşıyoruz. Sınıf hareketi ne kadar gerilerse iş cinayetlerinde de bu kadar az cezalar çıkıyor. Mesela 301 işçi katledildi Soma’da ve kimse hesap vermiyor. Patron o korunaklı yaşamına devam ediyor. Ciddi bir haysiyetsizleştirme ve onursuzlaştırma politikası var sınıf üzerinde. Bu dönemde iki talebi var işçilerin. İlki haysiyet ve onur mücadelesi bunun akabinde Migros direnişinde de işçilerin söylediği ‘adım atmakla özgürleşeceğiz!’ diyerek özgürlük talebinin de sık sık işçiler arasında dillendirildiği görüyoruz. Örneğin Gemi Söküm işçilerine de gittiğimizde orada da işçinin daha çok para alacak, geçinme derdi falan ama çok daha can yakıcı bir gündemi daha var ‘yaşayamamak’. Sosyal yaşam yok olmuş, ailesiyle vakit geçiremiyor; arkadaşı, sevgilisi yok ve 20 yaşındaki gençler bunlar. Bir özgürlük talebi var aynı zamanda. Bunu çok güçlü yan yana gelip dillendirmeseler bile bir haysiyet ve onur mücadelesi verdiğini görüyoruz. Bu dönemin 1 Mayıs’ının gündemi de özgürlük talebinin öne çıktığı daha sosyal-demokrat ve liberal bir yerden bakmadığımız o eşitlik söylemlerinin daha yasal alanda, yasaların geliştirdiği bir talep değil devrimcilerin bu dönem öne çıkarttığı şey bir özgürlük mücadelesi yani özgürlük talebi ve bir de geçinememenin damga vuracağını düşünüyoruz.
Bütün bunları görüp, sınıfın hareketliliğini doğru okumak gerekiyor. İşçi sınıfı maceracı değildir, macera aramaz. Çünkü tarihsel rolünü biliyor. Bunu bilince çıkaramayabilir ama o tarihsel aktarımdan biliyor yani ayağa kalktığında işini kaybedebileceğini daha fazla yoksullaşabileceğini, devletle çarpışabileceğini, hapishaneye girebileceğini yani her şeyi o da görüyor buna rağmen cüret ediyor, ayağa kalkıyor. Mesela istatistik veriliyor yüz tane iş yerinde şu kadar falan ne sistem buradan bakıyor ne de devrimciler buradan bakabiliyor çünkü yirmi bin işçi iki ay içerisinde ayağa kalktı belki daha da fazla. Bu süreçte yirmi bin işçi ayağa kalktı ve yirmi bin işçi direnmeyi öğrendi. İşçiler daha önce de direniyordu bu kadar kitlesel olarak hareket edilmediği için görünmüyordu. Neredeyse bu ülkede direnmeyen organize sanayi bölgesi, iş yeri kalmadı. Direniş ve basın açıklaması görmemiş çok az yer kalmıştır. Bu anlamıyla da buranın doğru okunması ve 1 Mayıs’a giderken de taleplerin öne çıkarılması gerekiyor. Bu anti-demokratik sendikal yasaları ve barajları ciddi anlamda mücadele alanını oluşturması gerekiyor. Mesela bizim olduğumuz alanda toplu iş sözleşmesi tartışmayız. Yasa, toplu iş sözleşmesi buraya bağlı yüzde elli arttı, birisini al gel gibi tartışmayız. Bunları yapsak bile oradaki sağlıklı toplu sözleşmeyi, işçiden yana tutum almayı ve işçiyi patron karşısında ezdirmemenin kendisi taban örgütlülüğünü sağlamaktır. Sendikaya rağmen de bunu yapmak zorundayız. İşçilerin sendikalardan bağımsız bir komitesini örgütleriz. Migros’ta olduğu gibi ayağa kalkıp hak kopartırken toplu iş sözleşmesi yapmayınca kalıcı hale gelmiyor. Bugün MES’te sözleşme imzalandı herkese rağmen fabrikalarda işçileri tehditlerle tutabildi sendikalar. Bu da bir güvence sağlamıyor. Fabrikalar komple patronlara teslim edilmiş durumda. Biraz bu hem sendikaları görüp bunlara nasıl bir düzen haline geldiğini, gelmeyenlerin bürokratik dediğimiz ama sarılaşma yolunda adımlar attığını ve sınıf ihanetlerini çok yoğun yaşadığımız, turnusol işlevi görüyor böyle ayağa kalkışların kendisi. Herkes taraf olmaya zorluyor. Ya işçi sınıfından tarafsın ya da sermayeden tarafsın. Bunun bir ara formülü, duruşu yok. Bu açıdan da önemli. Biz bütün çağrılarımızı bütün bu tartışmalarımızı sosyalistlerle yürütüyoruz onlarla beraber. Bugün olumsuz anlamda kullandığımız sola ve sendikalara dönük çok fazla çağrı yapmayı bıraktık. Buralardan kopuşun gerçekleşmesi gerekiyor. 1 Mayıs da bunun bir miladı olarak bizim cephemizden kabul edilmesi ve dönüp havzalara gömülüp, çürümüş olan her şeyi yıkıp yenisini kurabileceğimizin bilinciyle davranmamız gerekiyor.
YD: Yoğun bir işçi eylemliliği süreci yaşadık. Bu süreçte işçilerin sınıf mücadelesiyle ilişkisi nasıl gelişti?
Neslihan Acar: 2021’in sonunda iş bırakma eylemleri başladı ve 2800 TL iken de asgari ücret işçilerin bir ücret talebi vardı. Kasım itibariyle dolardaki o dalgalanma, fiyatların ciddi anlamda artması, faturaların artması ve geçinememe hali, alınan paranın erimesi, paranın pul olma durumu ile çalışma koşulların kötü olmasıyla çalışırken bunun karşılığında ay sonu aldığınız para ile geçinemiyorsunuz. Faturayı, kirayı ödediğinizde 5 günde bütün paranız bitiyor. O dönemde işçiler ile hesap yaparken, asgari ücret tartışmaları devam ederken gideri minimumda tutarak yani dört kişilik bir ailenin sadece bir öğün beslendiğini hesap ettiğimizde 4 bin küsüre denk geliyordu bu fiyat. Bırakın ev alma, gezme tozma değil bu geçinememe hali pandemi ile tepesine basılan işçinin üzerindeki manipülasyonu kaldırdığı ve çıplak devlet şiddeti ile karşı karşıya kaldığı yerde eylemler başlamış oldu. Çimsataş bu ateşi yaktı. Ardından Trendyol peşinden de Migros’un da içinde olduğu bir dizi direnişler örgütlendi.
Pandemi döneminde Esenyurt depo ile bağı kurarak komite oluşturduk. Buralarda geçinememe üzerine tartışmalar yürütüyorduk. Fiyatların artması ile geçinememe durumu ve çalışma koşulların düzelmesi gerektiğini konuşuyorduk. Hareketliliğin kendisiyle de bu dönem Migros’ta bir iş bırakma eyleminin kendisini beraber örgütledik. Esenyurt havzası çok kritik. Orada örgütsüz, göçmen, kayıt dışı yani ülkede neyi tartışıyorsak o yozlaşmanın, güvencesizliğin, geleceksizliğin, üniversitelilerin geleceksizliği ile üniversite mezunu depo işçileri var. Düşünsenize üniversite mezunusunuz ve babanızdan biraz daha iyi şartlarda yaşamak için üniversiteye gidiyorsunuz. Aldığınız asgari ücret ve dünyanın en zor işlerinden birini yapıyorsunuz ama depo işçiliğinde dört ayda bel fıtığı, altı ayda da kas, lif yırtılması ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
Geçinememe hali tüm topluma sirayet etmiş ve buradan bir kanal arıyor. Çiftçiye uzatıyorsun mikrofonu anlatıyor, ev kadınına, çalışana uzatıyorsun bu ülkedeki 15 yaşındaki çocuklara bile mikrofon uzatıyorsun geçinememe halini anlatıyor. Geçinememe halinde politize olmuş bir kitle de var aslında bir kanal arıyor, öfkesini akıtabileceği bir yol arıyor. Düzende bunu kendi kontrolünde akıtacak yollar arıyor ya da günübirlik çözümlerle durdurmaya çalışıyor. Migros direnişi, devlet, sermaye, sarı sendika şeytan üçgeninin tam ortasında bir direnişti. Bu sebeple militan ve güçlü direnmek zorundaydık. Bizi havzadan atmaya çalışıyorlardı. İşçilerle buluşturmak istemiyorlardı. TÜSİAD’ın yüksek istişare kurulu başkanının bir yenilgisinin, Migros gibi bir tekelin yenilgisini önlemenin türlü yollarını arıyorlardı. Biz şiddet gibi unsurları direnişlerimizde işlemeyiz, doğru da bulmayız çünkü direnenlerin adım atmasını cesaretlendirecek bir şey değil. Tabi işçiye söyleriz; dayak yiyebilirsiniz, gözaltına alınabilirsiniz hatta hapse girebilirsiniz diye. Adım atmak için bunları göze almak gerekiyor. Direnişten bir işçi çıktı dedi ki: ‘Adım atmak özgürlüktür! Her şey adım atmakla başlayacak.’ İşçilerin kazanacağı her hak adım atmakla başlayacak. Bu ruhla birlikte direndik. Onlar içeride biz kapının önündeydik yedi gün boyunca. Sonra dışarı çıktıklarında beraber örgütledik. 17 gün depoda çalışan tüm işçilerin katılımıyla fiili bir grev örgütledik. Halkla bağı hızlı kuruldu. Çünkü komite vardı içeride ve biz komiteye güveniyorduk. Bir örgütlenmenin komitesi yoksa hiçbir şeyi yoktur. Doldur boşalt yaşarsınız. Sürekli gidersiniz, yorulursunuz, düşersiniz ve örgütlenecek bir havza, iş yeri bırakamazsınız orada. Komiteleri işçilerin kolektif iradesine bırakırsanız bu işleri sadece deneyim aktarırsanız ne kadar büyütebileceğini ve kendisi için direndiğinin ne kadar farkına varabileceğini göstermiş oldu. Biz iki direnişte de TÜSİAD’ı adresledik çünkü bu bütün işçi sınıfına adresliyoruz aslında. Çünkü bu yaşanılan korkunç cenderenin yani ne yaşıyorsan her şeyin sorumlusu burası. Buralardan bu akıl örülüyor ve devlet buralardan pozisyon alıyor. Her yeri burası şekillendiriyor. Sendikaların bile neredeyse sahip çıktığı “geleceği inşa raporu”nun propagandasını yaptığı şekliyle ne yaşayacağımızı uzun uzun oraya yazmışlar. Güvencesizlik, geleceksizlik diyerek bir şeyler anlatıyorlar. Buna karşı Migros işçileri şöyle dedi: Senin “geleceği inşa raporu” dediğin şey herkesi Migros işçisi yapma üzerine. Bu toplum Migros işçisi olmak istemiyor. Bu kadar korkunç koşullarda ve düşük ücrete yaşamını talan edip, iş cinayetinde hayatını kaybetmek istemiyor. Bu sömürü cenderesi içinde yaşamak istemiyor. Bizim tüm çabamız da toplumu Migros işçisi yaptırmamak üzerine. İşçi sınıfı ile halkın ve Migros işçilerinin taleplerinin birleştiği dönemde kazanılmayacak direnişin olmadığını biz gördük. Direnişlerin çoğu zaten kazanımla sona erdi. Kazanımı bazıları şöyle tartışıyor; sendika girdi mi? Toplu iş sözleşmesi yapıldı mı? Kazanım sadece bu değildir. İşçiler komite kurmak ve kurulan komiteleri etraftaki komitelerle birleştirmek, meclis, konsey kısmını tam oturtamasa da o mantığı kurmuş durumda. Biz olsak da olmasak da direniş örülecektir.
Bu dönem direnenlerin hepsi kazandı. İşçiler her taraftan boyunduruk altına alınmışken işçiler kafasını kaldırıyor ve öncelikle işçi öğreniyor. Öğrenerek yapar, yaparak öğrenir. En doğru cümleyi kurunca ikna olmuyor. Yaparak öğrenecekler. Yaparak öğrenme halinin yansımalarını da görüyoruz aslında. Hareket vurur geçer değil elbette, öğrenir ders alır ve eksiklerini görerek bir daha ayağa kalkar. 30 yıl önce gemi söküm işçisi iş bırakan 3 tane işçinin tarih aktarımına sahip. Yani 3 tane işçi kalmış ve aktarıyor. Devrimcilerin dokunduğu, izinin olduğu yerleri görebiliyorsun. Komiteyi oradan sağlıklı tartışabiliyor, cesaret edebiliyor. O yüzden Migros hem meşru mücadelenin bir merkezi haline geldi hem de direniş ne kadar toplumsallaşırsa, “benim direnişim” demezseniz, ilerler. Migros direnişinde ilk defa solun da bu kadar etrafında birleştiği, kenetlendiği bir direniş haline geldi. Genç işçiler bu dönemde anlamakta zorlandığımız, öğrendiğimiz bir kesim. En nihayetinde Migros bize de bir umut oldu. Mücadelede bir eşik atlatmış oldu ve bir arkadaşımıza bile dava açılmadan iş başı yapmış oldu. Kendi isteğiyle ayrılanlar tazminatlarını komple aldılar. 257 işçinin işe iadesi tamamen kabul edildi. Bizim bütün taleplerimiz kabul edildi. Ücreti en son biz şöyle konuşuyorduk: “Biz 1 lira da olsa, 50 kuruş da olsa alacağız!” Çünkü işçiler Migros’tan 50 kuruş almanın nereye tekabül ettiğini biliyor. Biz de biliyoruz. Oradan hak koparmak, patronu da sözcülerini de dize getirdi. Özel alan, kamusal alan tartışmasını yerle bir etti. Bizim hakkımıza, bizim hayatımıza çökülüyorsa her gideriz dediği yerde direnişlere de bu anlamıyla yol göstermiş oldu. Bugün EnerjiSA işçilerinin direnişinde de Migros işçilerinin ayak izlerini görürsünüz. Bundan sonraki birçok direnişe öncülük ettiğini düşünüyoruz. Kazanabileceğimiz tarz, bu tarzdır. Açarsanız ve yayarsanız, toplumun büyük bir kesimiyle buluşturursanız ancak değişebilir. Akçaburgaz’ın da bu anlamda çevresi değişiyor. En azından orayı terk edenlerin geriye döndüğünü, buralarda bir şey oluyor dediğinde Migros işçileri mıknatıs görevi görüyor. Devrimcileri buralara çekiyor. Bu anlamda bizim kıymet verdiğimiz direnişlerimizden bir tanesidir.
YD: Taksim sadece 1 Mayıs içi değil, birçok miting ve eylem için yasaklı bir alandır. 1 Mayıs’ta Taksim’in anlamı nedir?
Neslihan Acar: Biz her dönem Taksim’e çağrı yaptık. İstanbul’da olan işçileri, arkadaşlarımızı, merhabalaştığımız herkesi Taksim’e çağırıyoruz. Çünkü orasının tarihsel bir önemi var; sadece tarihsel önemi de değil 20 yıldır ve daha öncesinde de AKP hükümeti ciddi anlamda toplumsal hafızayı darma duman ediyor. Mekanları dönüştürüp, ticarileştiriyor. Mesela Yeldeğirmeni’nden bile görüyorsunuz mekân ticarileştiğinde sadece kiralar artmıyor, orada yaşayanların o tarih hafızası tek tek siliniyor. Kentsel dönüşüm keza böyle bir işlev oynadı. Yine Taksim’in insansızlaştırılması, betonlaştırılması ve devrimcileri Taksim’den yani ülkenin göbeğinden tarihsel olarak oraya denk düştüğü için oralardan söküp atmanın tarihsel bir tekabülü de var. Bir de yapılmak istenen 1 Mayıs, devletin de sürekli bir tutum aldığı, sürekli oralardan kazıyıp atmaya çalıştığı yeri biraz yıkmak ve alanı kazanmak aslında bütün yaptığımız şey. Bunu sadece Taksim için yapmıyoruz. Taksim’i verdiğinde bütün alanlar kapatılmış oluyor ki keza da öyle oldu. Biz ne zaman Taksim’in dışına atıldıysak Maltepe, Yenikapı, Bakırköy gibi yer tartışmalarını yaşadık. Bakırköy görece biraz daha solun geçmişte eylem yaptığı bir yer ama Yenikapı hem ekolojik olarak sıkıntılı bir yer hem de düzenin tarif ettiği sıkıştırılmış bir alan. Önceden tartışma konusuydu siz Taksim’den vazgeçtiğiniz ve burayı tartışmaya bile açmadığınız yerde şu an sendikalar, partiler herkes Yenikapı, Maltepe gibi dolgu alanlarına hapsedilmiş durumda. Yine düzenin tariflediği alanlarda işçilerle orada bir miting yapmanın ben yeni bir toplumsal hafıza ördüğünü düşünmüyorum. Orada düzenin sınırları içinde yirmi bin, otuz bin bilemedin yüz binlerle de bir miting örgütleyebilirsiniz ama o sınırlar içerisinde bunu örgütlemiş ve işçilerin dönüp evine gittiğinde de yine işçilik yaptığı ve hayatına bir şey katmadığı bir yerden devam ediyor. Tarihsel önemi açısından ve alanı kazanmak açısından ben Taksim’in kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bizim de bu sene çağrımız Taksim’e. İstanbul’daki bütün yol arkadaşı olan işçilerle birlikte Gebze’deki örgütlülüğü Gebze kent meydanına, Çerkezköy’deki örgütlülüğümüzü oradaki kent meydanına yani buralarda daha yerellerde, işçi havzalarında, İstanbul’daki sanayi bölgelerinde 1 Mayıs’ta yan yana gelebilir miyiz bilmiyoruz. Olanaklarını zorluyoruz ama bu dönem için pek mümkün görünmüyor. Yani işçiler direndiği an kitlesel 1 Mayıs’lara akmıyor ya da kitlesel alanlara akmıyor.
Geçen dönemki güçlü yüklenme olacaktır. Taksim şu anlamıyla da önemli bir noktada; oraya gidiyoruz, çarpışıyoruz sonrasında gözaltında çok iyi direndik falan diye solun da karikatürize ettiği bir durum değil oradaki. Geçen sene 1 Mayıs tam bir aynadır. Devrimciler, işçiler, kadınlar, öğrenciler, gençler Taksim’in çeperinde kavga ederken, polisle çatışırken, gözaltına alınıp dayak yerken Türk- İş, DİSK başkanları beraberdi. Orada kafasının, kolunun kırıldığı insanları görmediler. Geldiler ve çıkıp çelenk bıraktılar. Dışarıdaki o çatışmayı, gazı, copu hiçbir şeyi görmediler.
Bu birleşik mücadele günüdür. Kendi tarihimizi, işçilere de anlattığımız şey de budur. İşçilerin o yılki ya da o dönemdeki mücadelesinin, taleplerinin ortaklaştığı ve en güçlü şekilde sesini alana taşıdığı bir gündür. Sizin yaptırım gücünüz arkanızdaki kitlenin örgütlülüğü ile ilgilidir. O yüzden de sonrasında böyle bir 1 Mayıs kutlarsanız siz DİSK’in ve Türk-İş’in, konfederasyonların yaptığı gibi kutlarsanız, asgari ücrette söyleyeceğiniz sözünüz kalmaz. O yüzden de beş bin iki yüz dediğiniz yerde hiçbir yaptırım gücünüz yoktur, yaptıramazsınız da. Dediler “greve çıkarız” biz dedik ki “çıkamazsınız.” Kitlelere yalan söylemeyin. Hem yasal anlamda greve çıkamazsınız çünkü yasaya boğulmuş bir durumdasınız hem de alanlara işçi taşımak istemiyorsunuz. Taksim’e DİSK iki bin işçi sokabilir, istese yapabilir bunu kendi eylemlerine de temsilci düzeyinde sadece o da kendisine muhalif olmayan temsilci düzeyinde bir hareketlilik örüyor kendi etrafında. O yüzden de Taksim ısrarı kıymetlidir, önemlidir hem tarihsel anlamda hem de bugünün bir işçi sınıfına kavga ve mekân adresi göstermek açısından önemlidir. Toplumsal hafızaya, sistemin oynadığı hafızaya yüklenmek, orayı güçlendirmek kıymetlidir diye düşünüyorum ben.