2024 yılı, krizin giderek keskinleştiği ve halk yığınları açısından krizin ağır yükünün fazlasıyla hissedildiği bir yıl olarak başladı. Geride kalan iki yılda asgari ücrete çarkların dönmeye devam etmesi için ve seçim de düşünülerek yasaya rağmen yapılan altı aylık zamlarla hayat pahalılığının etkisini kısmen azaltmaya çalışan egemenler, Hazine’de yaşanan daralma ve sıkı para politikasından taviz vermenin mümkün olmaması nedeniyle henüz yılın başında, bu defa ve bundan sonra yıl içerisinde asgari ücret zammı yapılmayacağını ilan ettiler. Gene seçime gidilirken çıkarılan EYT yasası iktidar partisinin kullanabileceği son barutu da harcamasıydı. Bir sonraki seçimde ihtiyaç duyduğu desteği sağlamak için emekli maaşlarına zam yapamaması iktidar partisinin halkı sefalete sürüklediğinin açık bir kanıtı olarak kayıtlara geçti. Denebilir ki sefaletin çıplak göstergesi olan bu durum seçimdeki sonuçların özel bir nedeniydi. Egemen sınıfların iki kliği arasındaki seçim dalaşında bu durum iktidardaki partinin aleyhine bir sonuç doğurdu.
Geride kalan 20 yılda emperyalist kapitalist dünya düzenine sıkı sıkıya bağlı olan Türkiye ekonomisinin büyüklüğü üzerine yaratılan illüzyonun sahteliği, özellikle geride kalan 6 ayda bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bu illüzyon ihtişamlı saraylar, kıtalar fetheden ceddin soyu olma propagandası, yerli İHA ve SİHA’lar ihraç etme, süper güçlü savaş helikopterleri üretme, Avrupa’nın en büyük havaalanına sahip olma ve borç veren ülke söylemleriyle kitlelere empoze ediliyordu.
Tüm bu şatafat ve yaygaranın gerçekliği 2024’ün ilk aylarında emekli maaşlarının artırılmasının dahi mümkün olmadığının ortaya çıkmasıyla gün yüzüne çıkmıştır. Keza Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “emekliye zam yapmadık çünkü yapsaydık yüzde 50 faizle borçlanıp geleceğimizi ipotek altına almış olurduk” söylemi, kaynak yaratma sıkıntısının en net ifadesi olmuştur.
Borç veren ülke imajının kısa sürede yerle bir olması, ekonomik devamlılığın dışa bağımlı olduğu itirafıyla paralel ilerlemektedir. Proje bazlı uluslararası finansman kuruluşu olarak tanımlanan, esasta ise emperyalist sömürü düzeninin en etkili araçlarından olan Dünya Bankası’ndan 2028 yılına kadar proje bazlı olarak 35 milyar dolarlık finansman sağlandığını “müjdeleyen” Şimşek’in bu finansmanın “uygun koşullarda” alındığını da belirtmesi önümüzdeki sürece ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır.
Ekonomik şartların işçi ve emekçileri sıkıştırdığı ve temel ihtiyaçlarını karşılamada onları çözümsüzlük içinde bıraktığı açıktır. İşçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs için olabildiğince büyük bir buluşma için hazırlandığımız bugünlerde geçim sıkıntısı onların temel sorununu oluşturuyor. Enflasyon nedeniyle henüz yılın başında eridiği bilindiği halde çalışan kesimin önemli bir çoğunluğunun maaşı olan asgari ücretin (net 17 bin lira) yıl içinde de artırılmayacağı gerçeği bu sıkışmışlığı ve çözümsüzlüğü ete kemiğe bürüdü. Diğer tüm ücretlerin de asgari ücrete bağlı olduğu düşünüldüğünde bu sorunun aslında neredeyse tüm ücretli çalışan kesimi ilgilendirdiği anlaşılır.
Son yıllarda işçi-emekçi kitlelerin parçalı ve yerellerde sıkışmış olsa da dönem dönem şiddetlenerek devam eden ekonomik temelli hak eylemleri 2024’ün ilk aylarında tekrar artmaya başlamıştır. İstanbul, Bursa, Gebze gibi yoğun işçi barındıran kentlerin yanı sıra Urfa, Eskişehir, Antep, Seydişehir gibi merkezlerde de işçi eylemleri yaygınlaşarak büyümektedir. İşçilerin ekonomik hak alma mücadelesinin ilk aracı olarak sendikalı olma mücadelesinde de buna paralel bir artış yaşandığı görünmektedir. Mevcut ekonomik sıkıntıları aşmak için sendikalı olmak isteyen işçilerin yanı sıra sendikasından memnun olmayan ve hak alma konusunda yetersiz bulan işçilerin de seslerini yükselttikleri bir dönemden geçmekteyiz. Bu fiili durum, kimi zaman sendika ile işçiler arasındaki çelişkilerin büyümesine ve patlamalara neden olurken kimi zaman da sendikaların fiiliyatta beklenmedik derecede hareketlenmeler yaşamasına gerekçe olabilmektedir.
Egemen sınıflar tarafından sınıfın kendi içerisinde hapsedilmesi projesi ile pasifleştirilen sendikalar, “şanslı” işçiler açısından önemli bir konfor alanı haline getirilmiştir. Yönetici olamayan işçilerin öfke ve ama kısmen de gıpta ile bakması gereken, kendisi koltuğa geçince bireysel kurtuluşunu inşa ettiği bir mekanizma olarak kurgulanan mevcut sendikal yapının, tek başına ve kendiliğinden çözüm üretemeyeceği aşikârdır.
Ancak sınıfın kitlesel gücünün değiştiriciliği, kısmi örneklerde şaşırtıcı gelişmeleri de beraberinde getirmektedir. Failliği işçiyi bastırmak, salt aidat toplamak, patronla iyi ilişkiler kurmak fiilleriyle sınırlı kimi sendikaların dahi yerel örneklerde kitle hareketliliği ile harekete geçebildiği örnekler yaşamaktayız. Bu münferit örneklerin aslında çok değerli ipuçları taşıdığı söylenebilir. Asıl öznenin kitleler olduğu ve her bir işçinin kendisini sınıfın parçası olarak gördüğü anların (bireyselden kitlesele) çoğaltılarak yaygınlaştırılmasıyla yozlaşmış yapıların yerle bir edilebileceği de bu ipucundan çıkan en değerli sonuçtur.
Bu gerçeklik, 2024 yılında sınıfın daha fazla ses çıkaracağı bir dönemi yaşayacağımız beklentisiyle paraleldir. Eylem bilgisi birbirinden kopuk, parçalanmış ve ekonomik taleplerle sınırlı bir sınıf mücadelesiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor olsa da kitlelerin biriken öfkesinin devrimci öznelerin hazır olmasını beklemeden patlayabileceği de nettir. Açık olan ve bilinen tek gerçek, sorunun büyüklüğü kadar kitlelerin öfke ve hayal kırıklığının da artık egemenler tarafından yönetilemez hale gelmiş olduğudur. Gerçek eylem bilgisini öğrenmenin ve kitlesel öfkelerin örgütlenmesinin tek yolu ise bizzat kitlelerin içinde olmaktan geçmektedir.