Bir yandan faşist diktatörlüğün ekonomik krizi ve yaşadığı parasal çöküntü, diğer yandan kliklerin mevcut güç dengesini değiştirme hamleleri siyasal ortamı bitmeyen bir gerginlik ikliminde tutmaya devam ediyor. Bunun bilinçli bir seçim olduğu şüphesizdir. Zira biliyoruz ki aynı egemen sınıfların farklı klikleri arasındaki bu gerginlik gerçek bir değişimin, halk lehine bir kamplaşmanın unsuru değildir. Birbirlerinden nitelik bakımından farkı olmayanların gerginliği aynı belirsizlikten beslenmektedir. Bu kliklerin gerginliğe mahkûm halleri aynı zamanda birlikte yürüdükleri yolun çözümsüz ve karanlık bir yol olmasından ötürüdür. Öte yandan Rus emperyalizminin Ukrayna işgali ile genelleşen savaş kışkırtmalarına duyarlı dünya hali emperyalizmi bütün halinde benzer bir gergin iklime sokmuştur. Ekonomik ve siyasi kriz birbirini destekler ve geliştirir biçimde büyümektedir. Bu iklimde savaş koşullarını oluşturacak iç kapışma derinleşmekte ve kriz her bakımdan saçaklı bir görünüm kazanmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde egemen sınıfların klikleri emperyalistler arasındaki bu kamplaşmadan etkilenmekte ve zora dayalı yollara yönelmektedirler. Geride kaldığı iddia edilen darbeler ikliminin yayıldığı söylenebilir. Emperyalistlerin yaşadığı parasal krizin nihayet üretim sürecindeki krizlerden kaynaklandığı, parasal politikalarla bu krizlerin kısmen ertelense de aslında derinleştirildiği unutulmamalıdır.
Krizleri yönetmekle durumu idare eden güçler bugün daha büyük zorluklarla karşı karşıyalar. Kovid 19 pandemisi ile tetiklenen üretim krizi ve tedarik zincirindeki kopmalar bugün belirgin bir şekilde ekonomileri sarsmaktadır. Emperyalist sermayenin dolaşımından enerji teminindeki sorunlara, ticari ilişkilerdeki gerilmelerden savaş sanayiine yatırımların artmasına kadar sosyal yapılar ciddi bozulma riskleriyle karşı karşıyadır. Ukrayna işgali bunun bir örneğidir; aynı şeyi Lübnan’ın, Sri Lanka’nın moratoryum ilanlarında; Peru’da, Pakistan’da siyasi krizlerin derinleşmesinde de görmek mümkün. Çok kapsamlı kriz şartlarında yaşıyoruz artık ve bunun bir geri dönüşü yok. Kapsamlı çözümler üretilmek istenmektedir; ama buna muktedir olmadıkları da bir gerçekliktir. Tüm veriler dengelerin, sınıf ilişkilerinin, sosyal yaşamın, siyasi dengelerin, egemenlik sınırlarının değişimini, yeniden tanımlanmasını ve ana dinamikleri etkileyen şartların değişime zorlanmasını içermektedir. Bütünlük içinde bakıldığında hemen her taşın yerinden oynatıldığı, taşları yerinden çıkmaya zorlanan bir dünya ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bu durum ezilen dünya halkları için tek kelimeyle daha fazla yoksullaşma demektir. İstisnasız tüm ülkelerde ezilen toplum kesimleri yoksullaşmıştır ve gelişmiş kapitalist ülkelerde de egemen sınıf sözcüleri “eski günlerin gelecekte olmadığını” haber vermeye başlamıştır (örn. Almanya’nın son Şansölyesi!) Bu hiç kuşkusuz sınıf mücadelesinin daha güçlü bir zemine kavuşması, tarih denen yolun yokuş aşağı bir duruma gelmesi, var olan durumdan memnun olmayanların devrim saflarına doğru savrulmaları ve daha fazla mücadele gücüyle buluşmamız anlamına gelmektedir. Tüm gerici sistemler, daha güçlü bir ifadeyle “çürümüş sistemler”in krizi, özellikle de ekonomik çöküntüye girmiş olmaları ezilenler için büyük yıkımlara karşılık gelmektedir. Mevcut düzen içinde umutsuzlukları büyümektedir. Bir yandan ihtiyaçlar doğrultusunda beklentiler büyümüştür; ama diğer yandan bunların karşılanacak olmasına duyulan güven azalmıştır.
Kitleler içinde çaresizlik öfke ve tepkiyle birlikte artmaktadır. Ülkemizde de durum haliyle hiç farklı değildir. Dahası ülkemiz bu koşullara en kötü şartlarda yakalanmıştır. Gösterişe dayalı, kibirle donanmış yönetimlerin makus talihi yaşanmaktadır. Açlık sınırı resmi verilerde dahi asgari ücretin çok üstüne çıkmıştır; manipülatörler dahi para etmemektedir! Temel ihtiyaçlar başta olmak üzere tüm ürünler günübirlik zamlarla pahalanmaktadır. Günlük zamlar hayatın bir rutinidir artık. Enflasyonun dizginlenmesi tam bir palavraya dönmüştür. Tayyip Erdoğan “isteyen herkesin çalışacak işi vardır” derken TÜİK işsizliğin azaldığını içeren verilen sunarken Manisa’da bir emekçi iş istemiyle bedenini ateşe vermekte, Van’da bir öğretmen atanamadığı için intihar etmekte, Urfa’da 60 kişilik iş için 50 binden fazla başvuru olmakta, milyonlarca genç diplomalı ya da diplomasız iş aramaktadır. İş bulanın ağır bir sömürüyü ve sefaleti kabul etmek zorunda kalması dinsel ve şoven kültürün üzerine boca edilmesine yol açmaktadır. Egemenlere kalan son ve tek yol budur. Bunun için devletin tüm aygıtları seferberdir. Bilhassa ezilenlerin örgütlenmesinin önüne kalın duvarlar örülmüştür; her türden resmi aygıt bu duvarın arkasında durmaktadır. Bu ağır bir siyasi baskı ve manipülasyon, polis, mahkeme zoru, hak ve özgürlüklerin sistematik biçimde engellenmesi şeklinde tezahür etmektedir. İşsizler ordusunun umutsuzluğa savrulduğu yerde “herkesin bir işi vardır” denmesi manipülatörlerin umarsızlık içinde olduğunu gösterir; Güven oluşturma kaygısı kalmamıştır!
Bu ağır ekonomik krizin yanında egemen sınıfların yaşadığı politik kriz de halk yığınlarına yansımaktadır. AKP-MHP bloku gücünü korumak, karşı bloku dağıtmak, olabildiğince zayıf düşürmek için seçim arifesinde elindeki gücü, olanakları sonuna kadar kullanarak siyasi ve ekonomik rüşveti de devreye sokan bir hareket tarzı izlemektedir. Bu bağlamda seçim barajının yüzde 7’ye düşürülmesi ile tarif edilebilen bir “seçim kanunu” dikkate değerdir. Bu kanunla ittifak ilişkileri, milletvekilliği için yeterlilik ve oyların sayımına dair düzenleme iktidar blokunun lehine olacak şekilde düşünülmüştür. Bunun siyasi denklemi ve ittifakları tartışır hale getirmesi kuşkusuzdur. Ezilenleri yeni tartışmalara boğacak bu düzenlemelerin geleceğimiz için değersiz olduğu açıktır. Halk yığınları zorbaların bu güç mücadelesinde adeta saflaşmaya zorlanmakta, konum almaya itilmekte, kendi sözünden uzaklaştırılmakta, gerçek gündemine yabancılaştırılmaktadır. Seçim ve parlamento tartışmalarına boğulmaktadır.
Bu yoğun manipülasyon ortamında 1 Mayıs gibi çok önemli bir mücadele gününü karşılayacağız. İşçi ve emekçilerin gündeminden, gerçek sorunlarından, özellikle de yaşamlarından kopmuş bürokratik sendikal anlayışlar felç durumdadır. Önemsiz ve zavallı durumdaki bu yapılar uzun zamandır siyasi felç yapılardır. 1 Mayıs tartışmalarının bu yapıların yarattığı çerçeve içinde gerçekleşmesi geriliğimizi gösterir. Türk İş ve Hak İş gibi sendikaların gündeminde kitlesel kutlama, miting bulunmuyor! DİSK, KESK, TMMOB, TTB gibi sendika ve meslek örgütlerinin gündemine ise işçi ve emekçilerin yaşadığı örgütlenme ve mücadele sorunlarını başından savma kavlinden girmektedir. İşçi ve emekçiler 1 Mayıs’ın İstanbul’da hangi alanda olacağı tartışmasına boğan ve genel mücadele sorunlarını bu tartışmaya sıkıştıran anlayışlar gerilemiş mücadeleyi dikkate almaktan uzaktır. Olanakların arttığı, mücadele şartlarının keskinleştiği şartlarda gerçekliği görmezden gelen tutumlar nihayetinde zavallıdır, geleceksizdir. Söz konusu sendikal anlayışlar mücadele ringine şimdiden havlu atmıştır. Oysa mücadele şartlarına sırtını dönenlerin havlusu asla ringe düşmez ve ringde olanları da ilgilendirmez. İçinden geçtiğimiz süreçte, yoksulluğun ve yıkımın ortasında biz komünistler 1 Mayıs’ı hiç kuşkusuz bilinçli ve açık bir politikayla örgütlenme ve mücadele hattı ile değerlendirmeliyiz. Yoksulluğun sınıfsal olduğunu kavrayarak, bunun nedenlerine yönelerek yoksulluğun yarattığı gerçekliği örgütlü güçlere dönüştürmeliyiz. Bu sadece bir hak arayışı, yaşamı iyileştirme çabası, yoksulluğu yaşanabilir kılma eğilimi olmamalıdır. Her şeyden önce komünistlerin ve devrimci tüm güçlerin iktidar için kendi yapılarını disiplinli bir şekilde örgütlemesi ve kitlelerin eğilimlerine, çıkarlarına, ihtiyaçlarına, gerçekliklerine yöneltmesi gerekmektedir. Güven veren, hedefleri net olarak gösteren, neye yöneldiğini gösteren, en ileri düzeyde örgütlenmeyi somutlaştıran bir biçimde kitleleri seferber edebilmenin yolu ve tarzı üzerinde durmalı ve bunun için birleşmeliyiz. Çelişkilerin gerçek çözüm yolu hakkında açık propagandalar yaratmalıyız. Büyüyen yoksulluk, biriken öfke, sistemden kopuşu getiren umutsuzluk ve beklentisizlik hali tam da kitlelerin çelişkilerine dayanan ve sistemi parçalamaya yönelten bir mücadele ve örgütlenme hattını yaratmaya zorlamaktadır. Kitlelerin çelişkileri iktidar için mücadele eden, devrim için örgütlenen güçlerin temel itim gücü, daha disiplinli örgütlenme zorunluluğu, daha etkili politikalar belirleme zemini olmalıdır.
1 Mayıs çalışmaları kitleleri gerçek çözüm yoluna sokmaya yoğunlaşmalıdır. İktidarı elinde tutanların iktidarını tüm gücüyle çözme, çökertme bilincini kuşanmak bunu kitlelere en açık biçimlerde anlatmakla olanaklı olacaktır. Proletaryanın önderliğinde emekçilerin; tüm halkın iktidarı için gerici sınıfların iktidar aygıtlarının, ideolojik temellerini, politik hattını açıkça hedefe koyan ve parçalamaya odaklı bir perspektif içinde olmak temeldir. Geleceği, yani halkın iktidarını gericiliğin egemenliğini dağıtarak, parçalayarak, bunu sürekli yaparak iktidarı inşa etmek, yeni ve devrimci iktidarı amaçlaştırmak temel mücadele hattımız olmalıdır. Bu hat hayatidir. Buna dayanmayan yaklaşımlar 1 Mayıs’ta ne kazanılmış hakları ne kazanılmış alanları korumaya muktedir olabilir. Halkın yoksulluğuna, öfkesine dayanarak 1 Mayıs’ta mücadeleyi yükseltelim. Sınıf mücadelesinin engin denizinde yeni güçleri tahkim edelim… Olanları daha ileriye taşıyalım.