1 Mayıs yaklaşıyor. İşçi sınıfının mücadelesi ve birliği bakımından özel bir öneme sahip olan 1 Mayıs, sömürücü bir sınıf olan burjuvazinin başından itibaren varlığına tahammül edemediği, olabildiğince engellediği, silikleştirdiği, içini boşaltmak istediği bir gün oldu. Aynı tutum bugün de vardır. Taksim Meydanı’nın bir miting alanı olarak “yasaklanmasının” temel nedeni bu meydanda gerçekleşen devasa 1 Mayıs kutlamasıdır. 1977’de Taksim’de bir araya gelen yarım milyon işçi ve devrimci devletin kurduğu bir pusu sonucunda kanlı bir gün geçirmişti. Taksim Meydanı’nı kana bulayan devlet bunu bahane ederek “Bahar Bayramı” diyerek içini boşaltmaya yeltendiği 1 Mayıs kutlamalarını uzun süre yasakladı. Bu yasak günümüzde Taksim’in işçilere ve devrimcilere kapatılmasıyla sürmektedir. Devrimciler “1 Mayıs Meydanı” olarak tanımladıkları bu meydanın işçi sınıfına açılması için büyük mücadeleler yürüttüler. Devrimci iradenin yön verdiği kitlesel mücadeleler sonucunda ve 1 Mayıs’ın resmi bayram ilan edilmesiyle Taksim işçi sınıfına açıldığında yoğun kitlesel katılım halk kitlelerindeki özlemin göstergesi oldu. Kitlelerin zorbalıkla bastırılan iradesi kısmen ama tartışmasız büyük bir coşkuyla devrimci iradenin esas olarak doğru politikaları ve yönelimiyle açığa çıkmıştı. Kitlelerin açığa çıkan bu iradesi zorbaların bilindik öfkesiyle kısa bir süre sonra gene karşılaştı. Taksim bir kez daha mitinglere kapatıldı.
Bugün yasaklanmış Taksim gerçeğiyle karşı karşıyayız. Devrimci hareket bu meydanın 1 Mayıs Meydanı olduğu gerçeğini hiçbir zaman unutmadı. Bu gerçeğe dikkat çekmek ya da bu gerçeği unutturmamak için çeşitli yolları kullandı. Halen de bu yollar üzerine tartışılmaktadır.
Öncelikle belirtelim ki Taksim meselesi 1 Mayıs gününün en önemli parçası olmakla birlikte her şeyi değildir. Taksim Meydanı’nı en önemli unsur kılan şey bu meydanın direnişi, mücadeleyi, kitleselliği ve sürekliliği içermesidir. Taksim bunlardan bağımsız değerlendirilemez. Kitlelerin gündemine sokulmadıkça, direniş ve mücadele ile anlamlandırılmadıkça Taksim’i odaklaştırmak sorunludur.
Uzunca bir süredir Taksim ve civarı sınırlı sayıdaki “öncünün” kitleden bağımsız ya da ayrı eylemlerine sahne olmaktadır. 1 Mayıs kutlamalarının kitleden kopuk eylemlere dönüşmesine izin vermemek gerekir. Yasaklar ve devletin sürekli müdahaleleri bunu amaçlarken bizim taktiklerimiz buna karşı gelişmelidir. Konfederasyonları, iş birlikçi sendikaları, lafta devrimci sendika ağalarını bu konuda doğru noktaya çekmenin yolu da önce devrimci 1 Mayıs bilincini ve dolayısıyla İstanbul özgülünde Taksim bilincini kitlelerde uyandırmak ve geliştirmektir. Bu olmadıkça oyalamacı pratik devam edecektir ve “öncülerin” Taksim eylemleri kitlelerden yalıtık kalacaktır. Buna izin vermeyecek bir tutum almalıyız. Devrimci 1 Mayıs’ı kitlelere taşımanın yolu nedir diye sorulmalı ve yanıtlar da kitlelerle yapılabilecekler içinden verilmelidir. 1 Mayıs’ın kitlelerde bir karşılığı var, işçilerin kendi bayramları olarak kutladıkları bir günü onlara rağmen kutlama görüntüsü sekterizme işaret eder. Oysa Taksim kazanılacaksa eğer kitlelerin eylemi olarak kazanılacaktır. Öncünün rolü kitleleri harekete geçirme başarısıyla açıklanmalıdır, kendini harekete geçirmekten mutlu bir öncülük yanlış bir kavrayışa işaret eder…
1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik, mücadele ve zafer günü olarak kutlamak bu bilinci kitlelere taşımakla mümkündür. Komünist partisinin kitlelere önderliğinin temelinde kitle gerçekliğini incelemesi, anlaması, kavraması vardır. Bu önderlik asla kendiliğinden gerçekleşmez veya bir kez komünist oldunuz diye önderlik yeteneği sürekli olarak varlığını korur diye bir şey söz konusu değildir. Komünist partisi önderlik yeteneğini sürekli olarak yaratmak durumundadır. Bunun temelinde de kitlelerle kurduğu ilişki vardır. Başka bir biçimde söylersek komünistlerin önderlik yeteneğinin kaynağı izledikleri kitle çizgisidir. Dolayısıyla 1 Mayıs için ne yapacağımız, nasıl davranacağımız, hedeflerimiz kitlelerin tahliline dayanmak zorundadır. Koşullardan, kitlelerin yöneliminden bağımsız hedefler belirlemek materyalistlerin izleyeceği bir yol değildir.
Kitlelerin dağınıklığından, umutsuzluğundan, devrimci duruş ve tutumlardan ciddi derecede uzaklaştığından söz ettiğimiz yerde hedefimizi tam da buna yönlendirmemiz gerektiği açıktır. Kitlelere temas eden, onları dinleyen, onlara yönelebilecekleri hedefler gösteren bir rota izlemek zorundayız. Kitle çalışması koyduğumuz hedeflerin, belirlediğimiz taktiklerin, izleyeceğimiz rotanın çağrımıza kulak veren, devrim hareketine yatkın, ilişkimizin olduğu, temas ettiğimiz kesimler için uygun, katılabilecekleri bir içerikte ve biçimde olması gerekir. Dolayısıyla değişebilir hedeflerden söz ediyoruz. Her zaman aynı olan, değişmez hedefler kuşkusuz vardır. Devrim örneğin böyle bir hedeftir, komünistler için komünizmin kendisi vazgeçilemezdir. Komünistlerin belirlenmiş ve ilan edilmiş ilkeleri vardır ve bunlar vazgeçilmezdir. Bunların dışındaki her şey değişebilirdir; çünkü biz materyalistiz. Örgütlenirken, örgütlü hareket ederken, kitleleri hareket etmeye çağırırken değişebilir hedefleri, taktikleri ve bunları uygulamayı sağlayan politikaları gündemleştiririz. 1 Mayıs için de böyle davranıyoruz.
Son zamanlarda çokça karşılaştığımız sorunlardan biri en temel görevleri, sorumlulukları, işleri başkasından bekleme tutumudur. Bunları “yapılması gerekenler” olarak tarif edersek eğer: yapılması gerekenleri yapacak birilerinin gelmesinden ve “yapmasından” söz edildiğine sıklıkla şahitlik ediyoruz. Oysa, çok bilindik bir deyişimiz vardır: “Biliyorsan yaparsın da” ya da “Bildiğin yaptığındır!” Yapılması gerekenleri söylüyorsak bunları yapabilme kapasitesindeyiz demektir. Bilip de yapmıyorsak öznel olarak çekincelerimiz, çelişkilerimiz, bildiklerimizle ilgili sorunlarımız var demektir. Devrimci anlayış “yapılması gerekenleri yapmayı, yapmak için çaba harcamayı” savunur. Örneğin 1 Mayıs’ı güçlü, kitlesel ve devrimci bir içerikte kutlamak devrimci bir görevdir. Bu yönde bir çalışma için bu bilinçte olan herkesin sorumluluk alması gerekir. 1 Mayıs yaklaşıyor. Geniş bir devrimci-demokrat kesim ve geniş bir kitle bugün için hazırlık içindedir. Birçok “öncü sorumluluğu” taşıyan veya öncü iddiasında olan grup bir süredir bu hazırlığa yön vermek gayretindedir. Taksim’de olmayı tartışanlar, kitlesel ve güçlü bir kutlama için erkenden harekete geçenler, kitlelerin somut sorun ve talepleri hakkında çalışmalara başlamış olanlar seçimlerden çok 1 Mayıs’ın gündemleşmesini amaçlıyorlar. Bunun yanlış bir yaklaşım olmadığında hemfikiriz. Buna karşın koşullar amacımızın, yönelimimizin dışındaki bir durumdur. Koşullara devrimci yönden müdahale etmek anlamında bu yaklaşımın doğru olduğu şüphe götürmez. Koşullar 1 Mayıs’ı bugünden, seçim zamanında gündemleştirmek bakımından zorlu. Bu zorluğun da herkes farkında. Normal zamanlarda dahi devrimci hareketlerin gündeme müdahalelerindeki başarısızlık ortadayken bunun “seçim zamanında” gerçekleşmesini beklemek saflık göstergesi olabilir ancak. Dolayısıyla 1 Mayıs’ı gündemleştirmek hedefi niyetimizi ortaya koymak ve devrimci yönelime uygun davranmak bakımından doğrudur; ama bu niyetin gerçekleşmesi bakımından yaptığımız değerlendirme çok da olumlu değildir. 1 Mayıs’ın kitlesel ve güçlü bir kutlama olması için çalışmalara erkenden başlamak, seçim koşuluna karşın 1 Mayıs’ı gündemleştirmeye girişmek ne kadar doğruysa kitlelerdeki esas yönelimin seçim olacağı da bir o kadar gerçektir. Bunun nedeni kitlelerin düzenden, düzen partilerinden medet umması değildir. Yüzeysel bakıldığında kitlelerin düzene, devlet nizamına bağlı olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte biliyoruz ki kitleler derinden düzenle çelişki halindedir, devletin kendi devleti olmadığının bilincindedir. “Devlet nerede, devlet yok!” nidaları kitlelerin bir şiarı olarak yankılandı bu topraklar üzerinde…
Kabul etmek gerekir ki kitlelerin davranışlarının derinliklerindeki bu bilinç onların sadece potansiyeline işaret eder. Bu potansiyelin harekete geçmesi devrimci müdahale, yol göstericilik ister. Bu noktada devrimci hareketlerin büyük çoğunluğunun sekter olduğunu, kitleleri anlamakta, kavramakta başarısız olduğunu bilmek gerekir.
NE YAPMALI?
Kitlesel, güçlü ve disiplinli bir kutlama için bugünden 1 Mayıs’ın ruhuna, tarihine ve bugünü kitle gerçekliğine vakıf olmak gerekir. Önümüzdeki 1 ay boyunca bu ruhu, tarihi ve gerçekliği ana konumuz, kitlelerle ilişkimizdeki asıl tartışma konusu yapmalıyız. Sınıf bilincini yücelteceğimiz bu süre boyunca işçi sınıfına ve genel olarak halk kitlelerine güvensizliği başlıca düşman fikir olarak hedefe koymalıyız. İşçi sınıfı kapitalist-emperyalist dünyanın bütün ürünlerinin yaratıcısıdır, tüm zenginlik onun elinden çıkmadır. Bu dünün gerçeği değildir, bugün de gerçektir. Emek ve emekçi hakkında köleci düzenden itibaren aşağılayıcı ifadeler söz konusudur. Burjuva devrimlerinden sonra proletaryanın öne çıkan kapsamlı hak ve özgürlük mücadelesiyle birlikte toplumsal ekonominin bilimsel tartışmalar ve yorumlarla anlaşılır hale gelmesi, ideolojik alandaki halk kitlelerini dışlayan hegemonik görüşlerin gerilemeye yüz tutması bu aşağılayıcı ifadeleri tarihin çöplüğüne doğru itti. Bunlar tamamen yok edilemedi. Tek tek ülkelerdeki sosyalizm deneyimleri emeğin üstünlüğünü kanıtladığı halde proletaryanın aldığı yenilgiler, sosyalizmden geri dönüşler, kapitalizmin dünya çapındaki yeniden kurduğu tahakküm eskimiş, çürümüş fikirleri de hortlattı. Bugün emeğin yaratıcı gücünün yerine gene emekten bağımsız fikirlerin yaratıcı gücü konmaya başladı. Oysa tarihsel ve bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki tüm doğru fikirlerin kaynağı nihayet toplumsal pratiktir; üç çeşit toplumsal pratik: üretim için mücadele, sınıf mücadelesi ve bilimsel deney. Emeğin yaratıcı gücü burada temeldir ve emeğin nihai üstünlüğünü ifade eder. Bugün de köleci düzenden kalma bir fikrin, emeğin ve emekçinin değersiz olduğuna dair fikrin yaygınlığı söz konusudur. Bu, halk kitlelerinin devrimci yönelimini, mevcut iktidarları devirmeyi ve halkın iktidarını yaratma eğilimini etkisizleştirmeyi amaçlayan bir fikirdir. Ölmeye, yok olmaya, halk kitlelerinin sürekli zaferleriyle silinmeye mahkûm olan bir fikirdir.
1 Mayıs’ta emeğin yüceliğini ve emekçinin de kaçınılmaz zaferini şiarımız kılalım…
1 Mayıs’a hazırlık çalışmalarında kitlelere olabildiğince yakın olmak zorundayız. Genel gidişattan hoşnutsuz olan, bununla birlikte devrimci harekete güvenini de yitirmiş çok geniş bir kitle olduğunu biliyoruz. 1 Mayıs bu kesimin her zaman gündemindedir. 1 Mayıs’ta birlikte hareket etmek konusunda bu kitle ikna edilebilirdir, hatta iknaya açık bir kitledir. Bunun için neredeyse onlarla temas kurmak, onlara güven duyduğumuzu göstermek yeterli olacaktır. Birebir ilişki ve çalışma pratiği önyargıların yıkılması için zorunlu bir ilk adımdır. Bu noktada temel zayıflığımız “beklemeci” tutumdur. Bu tutum kitlelere güven duymamanın bir biçimidir. Bunu alt etmek zorunda olduğumuzu, 1 Mayıs çalışmalarındaki başarı için buna mecbur olduğumuzu bilmek gerek…
1 Mayıs kutlamalarında soru işaretleri taşındığını gördüğümüz bir konu da flamalara dairdir. En son Newroz kutlamalarında karşılaşılan durumlar bu konudaki tutumun açıklanması gerektiğini göstermiştir. Öncelikle kitlesel etkinliklere Partizan flamalarıyla katılmak konusunda dünden farklı bir yaklaşım söz konusu değildir. Elbette bundan 10 veya 15 yıl öncesi ile kıyaslanamaz derecede zayıflamış durumdayız. Gücümüz oranında davranabileceğimizi de bilmeliyiz. Gücü dikkate almadan hareket etmek gücünün değerini bilmemektir. Her durumda ve her yerde aynı taktikle ve yöntemlerle hareket etmediğimiz ve etmeyeceğimiz gerçekliğine uygun olarak gücümüz oranında tutumlar belirliyoruz. Partizan flamalarını ve İbrahim silüetli flamaları da bugüne kadar düşman saldırıyor diye değil uygun taktik ve yöntemler belirleme çabasıyla ve gücümüz oranında taşıdık. Farklı davranmak için bir neden de yok. Düşman saldırıları kuşkusuz hareket tarzımızda değişikliğe neden olur, taktiksel değişimlerin bir nedeni de bu değil midir zaten? Gücünü korumak bir savaş taktiğidir ve ilerlemek için zorunludur. Bu nedenle ilke düzeyindedir. Sorun şudur: Kendimiz olmaktan, çizgimizi, hedefimizi göstermekten vazgeçiyor muyuz? Kesinlikle hayır. Bu tartışılabilir bir mesele de değildir. Her uygun yerde ve durumda elimizde Partizan flamaları olacaktır.
Son dönemdeki kitlesel eylemlerden birinde flama açmama tavrı benimsendi. Bunun nedeni esas olarak söz konusu eylemin içeriğinin önüne geçmemekti. Partizan’a olan düşman öfkesi nedeniyle eylemin engellenmesine bir bahane oluşturmamayı tercih ettik. Doğrudan örgütlemediğimiz, desteklemekle yetindiğimiz bir eylemde taleplerin ve ağırlıklı kitle tutumunun önüne geçmemek tercih edilebilir bir devrimci tutumdur. Buradaki tutum bazı kafa karışıklıklarına yol açmış görünüyor. Elbette kafa karışıklığının yanında olumsuz bilinçli yönlendirmeler de söz konusudur. Bilinçli yönlendirmeler dikkate alınmamalıdır. Kafa karışıklıklarının ise mutlaka giderilmesi gerekir. Alanlarda, kitlesel eylemlerde Partizan flamalarıyla yer almak sonuna kadar benimseyeceğimiz bir tutumdur. Bunun düşman tarafından engellenebileceği gerçeğini elbette reddetmiyoruz. Olası yasaklamalarda, saldırılarda gerileyebileceğimiz gerçeğini reddedersek gerçekçi davranmamış oluruz. Buna karşın şunu bilmeliyiz: Komünistler kendilerini ifade edecek yollar bulmakta ustadırlar veya usta olmalıdırlar. Biz fikirlerimize sonuna kadar güveniriz ve sonuna kadar da fikirlerimizi savunuruz. Ne var ki bunu gerçeklere rağmen, kitlelere rağmen, düşmanla aramızdaki güç dengesine rağmen yapmayız. Bunu tam da bunları hesaplayarak yaparız. Çeşitli yollar, her türden örgütlenme biçimleri, en olmadık biçimlerde ortaya çıkma ve yok olma halleri komünistlerin gerçeklikle kurduğu ilişkiden türemiştir. Bunun en yüksek teorik açıklamasını Maoizm’in en yüksek katkılarından biri olan Halk Savaşı teorisinde görürüz. Fedakârlık hakkında Mao’nun sözleri kulaklara küpe olmalıdır.
“Her savaşta zafer için kayıplar ve hatta bazen pek çok büyük kayıplar vermek gerekir; ama bu ‘kendi kuvvetlerinin korunması’ prensibi ile çelişmeye düşmek olmaz mı? Gerçekte bunda hiçbir çelişme yoktur, daha doğrusu, bunlar birbirine karşıt ve birbirine bağlıdır. Çünkü aslında fedakârlıklar yalnız düşman kuvvetlerini yok etmek için değil aynı zamanda kendi kuvvetlerini korumak için de gereklidir, kendi kuvvetlerini korumadaki bu kısmi ve geçici ‘feragat’ kendi kuvvetlerinin bütününü ebediyen korumak için zaten gereklidir.”