“Hiç kimse kendi halinde yaşadığını veya “bağımsız” düşündüğünü, hareket ettiğini söyleyemez. Bir başka çarpıcı deyişle; “Gerçek yaşamda seyirci yoktur, herkes katılır yaşama.” (İdam edilen Çek Devrimci-Julius Fucik)
Biliyoruz ki bu yargı; her sınıflı toplumda düşüncelerimiz ve eylemimizin, yaşamımızın, bir sınıfın izlerini taşıdığına ya da doğrudan ona hizmet ettiğine işaret eder. Yine biliyoruz ki; emperyalist-kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen olduğu tarihin bu kesitinde, maddi egemenliğinden ötürü bu sistem, zihnimize ve eylemimize kolayca nüfus edebilmektedir. Başta ekonomik-politik kuşatma temelinde, gerici zor yöntemleriyle ve bunlarla iç içe geçen ideolojiyle kuşatma altında tutulmaya çalışılan kitleler; onların yaşamı ve düşüncesi, sistemin varlığını sürekli kılacak tarzda şekillendirilmektedir. Kökleriyle birleşerek ve sistematik bir biçimde salınan saldırı konsepti, güne devamlı uyarlanır. Bugünkü haliyle; üretime yabancılaşan-tüketim odaklı, benmerkezci, gösteriş tutkunu, kendine ve kendi sınıfına yabancılaşmış bir birey ve toplum yaratılması hedeflenmektedir. Sistemin bu hedefinde büyük bir başarı sağladığı da görülmektedir.
Öyle ki, geniş kitleler bir ayağıyla bu sarmalın içinde yaşıyor. Aynı zamanda durumunun da insani özelliklerine bir yabancılaşma olduğunun farkında. Ama bu yabancılaşmanın nedenlerinin farkında olmadıkça ve karşı mücadeleye girişmedikçe “Nerede kaldı o eski günler. Bize ne oldu böyle! vb.” yakınmalarla yetinmekten öteye geçilemiyor. 6 Mart 2020 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısında Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR bu gerçeği şu şekilde tarifliyor: “(…) Garip bir çağda yaşıyoruz. Tuhaf bir gösteriş merakı. İnsanların neredeyse çoğunluğu kendi yaşam alanlarını, başkalarına seyir hizmeti veren birer sahneye çevirmiş olup gösterinin başarılı oyuncuları olmak için çabalıyor. Gösteriş odaklı bu yarış, çağımız insanının belki de içerisine düştüğü en büyük tuzak. Bir yandan garip bir benmerkezcilik var, ama diğer yandan kendisini başkalarına kanıtlamak için kıyasıya bir kıvranış. Neredeyse varını yoğunu başkalarınca onaylanmaya ve görünür olmaya adayacak noktaya gelen bir insanlık. Nasıl bir çağda yaşıyoruz anlamak mümkün değil. Varlığın ve yokluğun sınırları belirsizleşmiş, varlığın ve yoksulluğun tanımı değişmişçesine bir karmaşa. İnsanların derdi nedir, neden bu doyumsuzluk, bu hırs, bu ihtiras?”
Bunların cevabını yine Nazife Güngör’ün kendisinden aldığımızda -tuzağı kuranın kapitalizm- olduğu gerçeğinin bir kez daha üstüne basılmış olacaktır: “İnsanlığın bugün içinde kıvranmakta olduğu bu girdabın mimarı, kapitalizmin acımasız yarışmacı anlayışı. Kapitalizm eskinin efendilerini yeni dönemin patronları, özelikle de ekonomik gücü haline getirirken, eskinin kölesini de modern çağın işçisi, yani modern kölesi haline getirdi. Sistemin adı değişmişti ama özünde değişen pek de bir şey yoktu. Herkes kendi yerini ve koşullarını koruyordu aslında. İlişkilerin biçimi değişmişti, ama özünde her şey aynıydı. Değişen tek şey ise makineleşmeyle birlikte oluşan modern endüstriyel ortamda çalışma yaşamının ritmindeki akıl almaz hızlanmaydı. İşçi daha çok çalışıyor, patron daha çok kazanıyordu. Makineleşmeyle birlikte başlayan seri üretimle birlikte üretimin hacmi akıl almaz düzeyde artıyordu. Kapitalizmin güçlenerek sürmesi kıyasıya yarış demekti. Yarışta önde olmak ise seri üretime kitlesel tüketimle karşılık vermekle olanaklıydı ancak. İşte tam da bu noktada iş yine kitlelere, yani kendi mütevazi dünyalarında yaşamlarını zar zor sürdürmeye çalışan işçiye, esnafa, köylüye vs. düşüyordu.
Nitekim insanları, gereksinimleri olsun ya da olmasın mutlaka tüketime yönlendirmek gerekiyordu ve bunun için de stratejiler geliştirilmeliydi.”
Tabii bu işin bir de taktik ve teknik boyutu var. Tüketime kitlesel bir biçimde yönlendirmenin çeşitli taktiklerini reklamlarla dayatma, özenti yaratma, moda kültürü oluşturma, stresten arındırma olarak sıralayabiliriz. Özellikle teknolojik alandaki gelişme üzerinden sistem, kendi ideolojisini boca etmek için daha elverişli olanaklara sahip. Bu olanaklar aracılığıyla bireyin veya toplumun her hücresine daha yaygın ve hızlı ulaşılabiliyor. Bütün bu yol ve yöntemleri de kullanarak, kitleleri kendi varlığının olumlanması için bir dolgu malzemesi haline getirmeyi sürdürüyor. Öte yandan sosyalizmden geriye dönüşlerin ve devrimci süreçlerin geçici yenilgisinin yarattığı büyük güvensizlik ortamı, burjuvazi tarafından körüklenmesiyle sürüyor ve sürdürülüyor. İşçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar, böylesi bir ideolojik saldırının, inançsızlaştırma ve yıldırma çabalarının da kuşatması altında. Bu çemberi bütünüyle yarıp çıkabilmiş, bu sis perdesini tümden kaldırıp atabilmiş değil.
Ülkemizdeki işçi sınıfı ve emekçi halkın içinde bulunduğu koşullar daha da çetin. Emperyalistlerin işbirlikçisi gerici “yerli” ittifakların burjuva tipte sömürüsü ve en bayağı feodal şiddetiyle karşı karşıya. Yarı-sömürge yapıdan kaynaklı sistemin süreklilik arz eden her tür krizinin faturası ilk el- den işçilere, emekçilere çıkarılmakta. Grev ve diğer hak arama yöntemlerinin engellenmesini, sendikal örgütlenmelerin adı konmamış yasakları izlemektedir. Kürt ulusunun haklı mücadelesinin boğulması için elden gelen yapılırken, şovenizm zehri de kitleler üzerine sürekli kusularak ülkede işçi sınıfının ayağındaki milliyetçilik prangası sürekli kalsın istenmektedir. Burjuva tipte sömürüyle birlikte, feodal baskının her türlüsüyle karşılaşan kadınların isyanı ve hesap soruculuğu, ataerkiyi yeniden üreten mahkemelerde dize getirilmeye, yetmediğinde ise sokaklarda faşist şiddetle bastırılmaya çalışılmaktadır.
Ülkemizdeki durumu en yalın haliyle ifade edecek olursak; ekonomik-demokratik-siyasal ya da ulusal-cinsel-inançsal-kültürel-çevresel hak alımı veya kazanılmış hakların sürdürülmesi dahi faşist diktatörlüğün azgınca saldırılarıyla göğüs göğüse gelmeyle sonuçlanmaktadır. Devrimci-demokratik örgütlenmelerin, ve hatta en ufak muhalif örgütlü mücadelelerin önüne, yasalar ve yasal engellemelerden önce, polis ve asker dikilmektedir. Gözaltılar, işkenceler, katliamlar devletin kopmaz parçasıdır. Kısacası hem ülkemizde hem de diğer yarı-sömürge yarı-feodal, yarı-sömürge kapitalist ülkelerde, sömürü ve baskı esasta gerici şiddete dayalıdır ve süreklidir. Bu durum kitlelerde yılgınlığa, uzun mücadeleler sonucunda yıpranmaya, her alternatif arayışının bir sistem-içi faşist parti tarafından kendine çekilip sönümlendirilmesi sonucunda umutsuzluğa düşülmesine neden olmaktadır.
Sistemin her tür gerici saldırısından, sosyalizmin veya devrimci süreçlerin geriye dönüşlerinden etkilenen yalnızca kitleler değildir. Sosyal veya ulusal kurtuluş hareketleri ve hatta komünist partileri de böyle bir etkiye açık haldedir. Bir yandan mevcut sistemin egemenliğini yıkmak ve demokratik halk iktidarını, sosyalizmi ve giderek komünist toplumu inşa etmek için sistemle kanlı-bıçaklı olacaksınız bir yandan da onun etki ve şekillenişini taşıyacaksınız. Bu nasıl mümkün olur denildiği çok oluyor! Sosyalizmden geriye dönüşlerin de bazı çevrelerce anlaşılamamasının nedeni bu soruya cevap veremiyor oluşlarıdır. MLM’ler bu sorun karşısında hazır cevaptır; şöyle ki ister ulusal temelde olsun ister sosyal temelde tarihte ve bugün bütün devrimci ya da komünist hareketlerin, partilerin kendisi dahi sınıflı toplumun, bundan açığa çıkan çelişkilerin bir ürünüdür. Ve ona karşı amansız bir mücadele içinde olsa da sınıflar tümden ortadan kalkmadıkça ondan gelen etkilere kapılarını kapatamaz. Yani henüz iktidarın, egemenliğin el değiştirdiği ama hala sınıfların varlığının devam ettiği demokratik halk iktidarında da, sosyalizmde de burjuva etki varlığını ve tekrar başat rolde olma mücadelesini sürdürecektir.
Bu durumda sınıflı toplumsal yapının içinden çıkıp, parti saflarında örgütlü mücadeleye atılan bireylerin de geldiği yapının düşünce ve eylem tarzını, yaşamsal şekillenişini beraberinde getirmesi doğal karşılanır. Hatta bu ideolojinin her hücremize sinmiş uzantılarının sürekli bir biçimde yaratmaya çalıştığımız proleter ideolojiyle, proleter devrimci yaşam tarzıyla alttan alta dişe diş bir mücadele içinde olduğu, bunun da mutlaka pratiğimizden kendisini açığa vurduğu, uygun koşullar oluştuğunda egemen hal aldığı bilinir. Biz konumuz özgülünde daha çok hali hazırda örgütlü yapımızda beliren bu etkileri ve bu türde bir sınıfsal şekillenişle, “devrimci” yaşayış tarzının bir arada nasıl yürütülmeye çalışıldığını irdelemeye yoğunlaşmalıyız.
A) SİSTEMİN, ÜRETKENLİĞİ KÖRELTİCİ, PASİFLEŞTİRİCİ VE EDİLGENLEŞTİRİCİ TUTUMUNUN ETKİLERİ
Egemenlerin bu tutumunun, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda kitleleri ideolojik-politik-kültürel vd. etki(nlik)lerle şekillendirmek amacı taşıdığını söyledik. Devrimci politika ise; proletaryanın ideolojisinden gıdasını alırken aynı zamanda ona can taşımakla görevlidir ve nihayetinde bir avuç sömürücü azınlık üzerinde işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin diktatörlüğünü yaratmanın başat roldeki bir aracıdır. Bu aracı yetkinleştirmek, üretken ve etkili kılmak; toplumsal yaşamın canlı siyasal bilgilerini incelemeyi ve sınıf çelişkilerinin açığa çıktığı her alanla organik bağ kurmayı, ondan öğrenmeyi ve ona etkin müdahale ve önderlik etme misyonuyla yaklaşmayı gerektirir.
İçinden geçtiğimiz sürece dair merkezi politikalarımızın yöneldiği genel hedefler kampanyamız kapsamında mevcuttur: Sistemin ekonomik-siyasal krizlerinin faturasının çıkarıldığı işçi ve emekçilerin yoksulluk, işsizlik, sefalet içine atılmasının, güvencesiz, örgütsüz çalışma koşullarının ve tüm faşist saldırıların teşhiriyle birlikte, örgütlü mücadelenin çağrısı ve geliştirilmesi kampanyamızın başlıca gündemlerinden birisidir. Kürt ulusuna yönelik geliştirilen imha ve inkar politikalarına karşı, estirilen şoven rüzgara karşı dayanışmayı somut temellerde örmenin; gençliğin demokratik mücadelelerinden güç alıp omuz vermenin; kadınların kurtuluşu mücadelelerinde sınıfsal ve cinsel sömürüye karşı öncü ve önder misyonunu yerine getirmenin ve diğer bütün mücadele alanlarına, toplumsal çelişkilere dair güçlü bir yönelim içinde olmanın sorumluluklarıyla yüklüdür.
Kampanya kapsamındaki politik başlık ve hedefleri yerine getirmenin mücadelesini vermek her yoldaşın, bütün parti bileşeninin asli görevidir. Aynı zamanda yerel sorunları, toplumsal çelişkilerin faaliyet alanlarımızdaki yansımalarının özgün yanlarını da gündemimize almakla sorumluyuz. Bu meselede kendi ürettiğimiz çözümleri, kitlenin geri dönüşünün nasıl olduğunu kolektife taşıyacak, kolektifi besleyecek ve onun politik hattını zenginleştirecek bir görevi üstleneceğiz. Semt ve işçi alanlarından örnek verecek olursak; bu alanlarda yaşayanların her şeyden önce işçi ve emekçi olması devrimci politikanın da emek-sömürü çelişkisine yoğunlaşmasını getirir. Ancak bu alanların hemen hemen hepsinde başkaca sorunlar, açığa çıkan çelişkiler de mevcuttur. Kimi yerde yozlaşma öne çıkar, kimi yerde barınma sorunu, kiminde ulaşım veya çevre, inanç sorunu önemli yer tutar. Bizler, tüm bu sorunlarla, bunların güncel süreçleriyle, bu sorunlardan ortaya çıkan kitlesel hareketlerle ilgilenmeli ve bunlara önderlik etme iddiasıyla ilişkilenmeliyiz. Ve tekrar etmek gerekir ki bu meseleleri, yerelde ortaya koyduğumuz çözümleri, bunlarla ilişkilerimiz sonucunda nasıl bir yol katedildiğini, kısacası bir bütün olarak sonuçları kolektife ulaştırıp, kolektifle buluşturmak yine esaslı bir yerde durmaktadır.
Peki biz bu görev ve sorumluluklarımıza karşı nasıl yaklaşıyoruz veya bununla nasıl bir ilişki kuruyoruz? Sistemin köreltici, pasifleştirici, edilgenleştirici etkisini kırıp, başta kendimizi devrimin ve partinin görevlerinde, politika üretme ve geliştirmede bir özne olarak var edebiliyor muyuz? Devrimin ve partinin görevlerini kavrama ve pratiğe geçirmede benim de, bizim de söyleyecek bir sözümüz, kendi hesabımıza verilecek bir kavgamız var diyebiliyor muyuz? Ardından işçi sınıfına, halka giderek; kendinden ve taşıdığı politikadan emin, güvenen-güven veren; fabrikadaki, okuldaki, mahalledeki, faaliyet alanındaki en ufak bir sorunu üzerine alıp çözüm üretmeye çalışan, herkesi de o çözümün bir parçası yaparak geliştiren olabiliyor muyuz?
B) İDDİASIZLIK, KENDİLİĞİNDENCİLİK, BEKLEMECİLİK VE SIRADANLAŞMA
Sistemin kendi varlığını sürdürmeye yarayacak şekillenişte (Tüketime yönlenme örneğini hatırlayalım!) kitleleri aktif katılımcı yaptığı, ancak kendi varlık temellerine de gelip kafa tutacağı hususlarda izleyici bırakmaya çalıştığının üzerinde durmuştuk. Dünyada ve etrafımızda yaşananlara, kendi yaşamımızda olup bitenlere
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek baktırma yönlü anlayışın mayası, büyük ölçüde tutmuştur ya da aynı türde bir yaklaşımın farklı versiyonları olarak; “musibet” kendi kapısını çalana kadar süren bekleyiş; kişinin durumunu, koşullarını kendi haline bırakması, değişimin öznesi olma yönündeki atıllığı, yaygın yaşanmaktadır.
Devrimci saflarda bunun etkileri nasıl yaşanıyor? 1. Kongre karar açılımlarında Partinin durumuna dair ortaya koyulan tespitlere bakalım: “(…) İddiasızlık birçok yönüyle yansımaktadır. Ancak iddiasızlığın önderleşmeye ket vuran iki yapısı partimizde tezahür etmektedir. Birincisi, sorunlar karşısında ertelemeci, kaçınmacı tutum. Ortaya çıkan sorunları incelemekten uzaklaşan, sorunları çözmeye odaklı bir yaklaşım yerine onun karşısında havlu atan kendiliğindencilik. Bu tablo bir bütün önderlikten en alt bileşene kadar yansımasını bulan bir sorundur. Bu şekilde hem sorun çözme kabiliyeti gelişmiyor hem yoğunlaşma ve incelemede somut odaklanma sağlanmıyor hem de iddialı duruş ve konumlanış aşındırılıyor. Bu tablo bir aşamadan sonra ilgisizliğin sistematik hale gelmesini, yığılan ve biriken sorunların boyutlandığı bir durum yaratıyor. (…) Çelişkiler karşısında gösterilmeyen bu konumlanış, gelişimi köstekleyen, ideolojik sorunları iddiasızlık derekesine götüren bir gerçekliğe neden oluyor.
İkincisi ise beklemeciliktir. Bu bir çeşit idealizmdir. Üstlenilmesi gereken sorumluluklar karşısında, soyut bir parti ve önderlik tanımı ile çözüm bekleyen tutumlar çok yaygındır. Bu özneleşmek yerine nesneleşme konumlanışıdır. (…) Bu yaklaşım sorunları da dışında arayan yaklaşıma el vermektedir. Sorunların çözüm gücü olmamak, başkasından beklemek aynı zamanda sorunları dışına atmaktır. (…) Sınıf mücadelesi karşısında memurluk tavrıdır. Sınıf mücadelesinde özne olmayı unutan her davranış kuşkusuz önderleşme ve iddia sorununa işaret etmektedir. Bugün parti yapımızda en büyük sorun olarak bu çıkmaktadır” ( s.173, Partizan Özel Sayı)
İdeolojik-politik-örgütsel sorunlara, sorumluluklara yaklaşımımızdaki bu zayıflıkları genel hatlarıyla bu şekilde açıklıyor, tespit etmeye çalışıyoruz. Konunun daha da kavranır olması açısından karşılıklı ilişkilere veya alana indirgenmiş örneklendirmeler yapalım. Sorumlusu olduğumuz ya da örgütlü bileşeni olduğumuz bir alanda, geniş kitleleri kapsayan bir sorunu
duyduğumuzda bizimle hiç ilgisi yokmuş gibi bir tutumsuzluk geliştiriyor ya da o sorunla veya harekete geçmiş o kitleyle ilişkimiz, kitleden hızlıca meseleyi öğrenip önderlik edecek ve hareketi mücadeleye kanalize edecek tarzdan uzak oluyor. O kitlenin içine sıradan birisi olarak dahil oluyoruz. Başka bir örnekle; faaliyet alanımızda, mahallemizde vs., örgütlü yoldaşlar herhangi bir demokratik kitle örgütünde, dernekte, parkta, kafede sıradan bir biçimde oturup zamanlarını öldürürken, ortama eklemlenmekten başka bir ilişkileniş kurmuyor, kuramıyoruz. Oysa bu tür bir durumda en azından bir yoldaş, müdahaleci olup o bileşene görev ve sorumluluklarını hatırlatıp, harekete geçmesini sağlamalıdır. Bu tarz devrimci olandır. Ya an’a devrimci müdahale etmek ya da mevcut duruma eklemlenerek sıradanlaşmak, sıradanlaşmaya göz yummak… İki seçenekle karşı karşıya- yız bugün. Hangisini tercih edeceğiz?
Soruları çoğaltmak mümkün. Daha fazlası eksikliklere, yetmezliklere yöneltmeye çalıştığımız özeleştirel okları veya sıraladığımız sorunları, tek başına bugüne yöneltilecek oklar ya da bugün birden bire ortaya çıkmış sorunlar olarak da görmemeliyiz. Öte yandan mevcut örgütlülük ve militan yapı gerçekliğimizin genç ve örgütsel çalışmada, kitle ilişkilerinde vs. deneyimsiz olması bu edilgenliğe, kendi durduğu yeri kavramamaya neden olabilmektedir. Ancak eskiye dair yakınarak veya mevcut duruma sığınarak; bu yapı ve gerçekliğimizi, bütün deneyimsizliklerimizi belirleyici olarak kabul ederek, sınıf mücadelesinin sorunlarının içinden sıyrılamayız! Sorunlarımız, yakın geçmişin ölü toprağının bugün hala üzerimizden kaldırıp savuramadığımız kısmıdır ve bunun göstergeleridir.
Düne veryansın edebiliriz belki, ama güne bulacağımız bahane bizi kurtarmaz, kurtarmayacaktır. Bu nedenle Kampanya faaliyetimizi, “Partimizde bugün en önemli sorun toplumsal çelişkiler ve faaliyet alanlarımızdaki tüm yansımalarına çözüm olma iddiasındaki zayıflıktır. Bu doğrudan sınıf mücadelesiyle ilişkilenmedeki iddiasızlık, ona öncü ve önder olmadaki yetmezlikle ilgilidir ” şeklinde 1. Kongre’de ortaya koyulan bu en önemli sorunlu yanımıza, daha güçlü saldırma yönlü kritik bir adım olarak benimsemeliyiz. Özneleşmede ve önderleşmede, komünist üretkenliği, yaratıcılığı, politik hamleciliği ortaya çıkarmada birbirimizle yarışmalıyız!
Kolektif Hareket ve Gelişimi Önemseme Düzeyimizdeki Zayıflıklar
Sistem nasıl kitleleri, kendi saldırıları karşısında yalnızlaştırma ve bu saldırılarının içinde kaybolmuş, içinden çıkılamaz, buhrandan kurtulamaz ama söylemde “özgür” olduğuna inandırdığı hayatlara hapsetmeye çalışıyor ve bunda büyük ölçüde de başarı sağlamaktadır. Sistemin yarattığı bu etki devrimci saflarda da belli yönleriyle kendini göstermektedir. Bu etkilerin önde gelenlerinden biri de bireysellik hastalığıdır. Bireysellik, devrimci saflarda örgütsüz kitlelerdeki gibi kendisini kaba bir biçimde açığa vurmaz ve öyle yaşanmaz. Sistemin güçlü etkisinde olan bir kişi, bireysel düşünce tarzını “Her koyun kendi bacağından asılır” bananeciliğiyle rahatlıkla ifade ederken; devrimci saflarda olan birey, bunu daha incelikli olarak dışa vurur. Dikkat edilirse çokça duyacağız ve kendimizde de fark edeceğiz ki; “Ben işimi yaptım” veya “Yoldaşlar görevini yapmamış, ben ne yapayım!” savunma cümleleri sıklıkla kullanım alanımızdadır. Meseleleri böylece kendi dışımıza atmış, kendimizi sorunun merkezinden kaydırmış oluruz. (!)
Kolektif gelişimi ele alışımızda, başka tarzda dar bireysel bakış açısını barındırdığımızı da söyleyelim. Öyle ki, kendi alanımız ya da sorumlusu olduğumuz yoldaşların, gözümüzü ilk yönelttiğimizde görebildiğimiz çevrenin sorunları, bizim bütün dünyamız olabiliyor. Başta diğer alanların sorunları, Proletarya Partisi’nin genel sorunları, devrimci mücadelenin sorunları vs. bizim dışımızda yürüyen olgular olarak görülebiliyor. Ve yaygın olan şekilleniş ve bakış açısı esas olarak böyledir. İşler yürüyor ama nasıl, sorunlar var ama nasıl çözülecek veya kim çözecek, şu ya da bu görevi kim yerine getirecek, o iş nasıl yapılabilir vs. vb. sorularını kendimize yeterince sormadığımız, genel meselelere dair kafa yormadığımız ve aynı zamanda kendi görev ve sorumluluğumuz olarak görmediğimiz ortada.
Diğer yandan, merkezi bir politikayı ya da faaliyet alanımıza özgün bir politikayı eyleme dönüştürecek olduğumuzda bireysellik kendisini yine başka bir biçimde açığa vurur. Politikamızı oradaki kolektif yapıya ve çevresine kavratmadan, pratiğe dair bir planlama yapmadan, bu planlamanın nasıl yürüdüğünü denetlemeden, bütün bu kişisel ve kolektif sorumlulukları yerine getirmeden faaliyete başlama tarzı, bizdeki bireyselliğin bir başka göstergesidir. Ve bu tarzda hareket etmenin sonucunda, politikanın hayata neden geçirilemediği ya da neden eksik ve hatalı uygulandığı gelir gündemimize yerleşir… Politika belli bir ölçüde hayata geçmiş olsa dahi, o politikamızın açığa çıkaracağı enerji, örgütlü yapılara ve dolayısıyla kolektife dönüşmemiş olur. Kişilerin dar çalışmasından öteye geçemez. Devrimci çalışmayı bu şekilde işletmeye çalışan yoldaşların bütün koşturmaları kısırlıktan muzdariptir. Bu kısır döngü, faaliyeti ve yoldaşları ileri taşımaktan ziyade geriletir, günü ve anı kurtaran bir faaliyet ve şekilleniş kaçınılmaz olur. Bu gerçeklik ne devrim mücadelesini ileri taşır ne de bu mücadelenin ihtiyacına uygun militan ve kadroyu yaratmaz, yaratamaz. Ufku günü kurtarmakla sınırlı militan, geleceğe değil güne hapsolan faaliyet, “belirsiz” ufuklara yürüyüşü de beraberinde getirmektedir. “Geleceksiz” ve hedefsiz yürüyüş içindeki militanın mücadeleyi kavrayışı ve kendini onun içinde varetme mücadelesi de “geleceksizliği” aşabildiği ve geride bırakabildiği oranda sağlamlaşmakta ve gelişim kaydetmektedir.
Mevcut sistemin topluma empoze ettiği ve saflarımızda da yansımasını gördüğümüz diğer temel hastalıklardan biri de olayları, olguları inceleme, çözümleme noktasında tembel veya uyuşuk kodlanmanın bir ürünü olarak sol sekterlik ve liberalizm. Sistem, bugün ortaya çıkan her tür toplumsal sorunun, ekonomik-siyasal çelişkinin temelinde yatmasına rağmen, toplumu yaşananların görünen kısmına yönlendirmektedir. Çözüm yolu olarak ortaya koydukları da, sadece bu açığa çıkan yanlara yine kendi çıkarları doğrultusunda müdahaleleri içermektedir. Örneğin toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın temelinde ekonomik çelişkiler yatarken, sistem bu gerçeği perdeler ve “çözüm” olarak askeri ve polisiye tedbirlerle geliştirir. Bu durum emekçilerin, olayların nedenlerini görmesini emellerken kendi sınıfından olanlara düşmanca bakmasına neden olur. Bu yabancılaşma toplumun iliklerine kadar işlenmiş ve devrimci saflarda da yansımasını fazlasıyla bulmuştur. Yoldaşlarımızın ve faaliyet alanlarımızdaki sorunların sadece açığa çıkan yanlarına, araştırma ve incelemeye yönelmedeki ataletimizi aşmak ancak sorunların görünen kısmıyla değil, nedenleriyle ilgilenmek ve çözümlemekle mümkün olacaktır. Ancak bu noktada yapılacak güçlü ve doğru çözümlemeler bizi doğru noktalara ulaştıracaktır, doğru bir anlayışla müdahale etmemizi sağlayacaktır.
Asıl olarak, sorunların özünde yatan anlayışa karşı, temel ve ilkesel meselelerin kavranmayışı, aşındırılması, laçkalaştırılması anlayışına karşı esaslı vuruşları yapmalı ve bu noktada tavizsiz olmalıyız. Sorunların yüzeye vuran yanları karşısında, gerekli yerde uygun esnekliği uygulamalı, ama illaki temelinde yatanları açığa çıkarıp izah ve ikna edebilmeliyiz. Bunu öğrenemediğimizde sekter ve yıkıcı, liberal ve yaşatıcı olunmaktadır. Birbirine zıt gibi görünen bu iki anlayış, sekterlik ve liberalizm bu şekilde bir araya gelmektedir. Bu anlayışı üzerimizden atamadığımızda kendimizin de mücadelede uzun soluklu yürüyemeyeceğimizi unutmayalım. Çünkü zamanında çelişkileri tanımaya çalışmayan, onlara karsı köklü nitel değişiklikleri gerçekleştirmeyi bilmeyen-öğrenmeyen; bir bütün olarak burjuva ideolojinin uzantılarına karşı uyanık ve müdahaleci olmayan; kendisini de, yönetip yönlendirdiği alanı da savunmasız bırakmış demektir.
“BÜYÜK BİR ENERJİ ANCAK BÜYÜK BİR AMAÇ İÇİN DOĞAR”
Enternasyonal proletaryanın tarihsel deneyimleri ve sınıf mücadelelerinin tarihi, burjuva sınıf ile proleter sınıf arasında kalan katmanların ideolojik-politik ve örgütsel şekillenişini de içinde barındırmaktadır. Tarihte ve bugün, bu ara sınıf ve katmanlara dayanan hareketlerin ve anlayışların birçok rengini görüyoruz. Ancak hepsinin malul olduğu ana çizgi, bilimsel sosyalizmden ziyade ütopik sosyalizm ve anarşizmdir. İdeolojik gıdalarını buradan alır, politik yönelimlerini, örgütsel hatlarını, strateji ve taktiklerini sistem içine kurarlar. Partisizlik, görgüsüzlük, başıbozukluk; uzlaşı ve kendiliğindencilik ya da sol lafazanlık, hayalcilik; isçi sınıfının ve emekçi kitlelerin rolünü küçümseme bu anlayışların belli başlı öne çıkan özellikleridir. MLM’nin keskin kılıcı, bu anlayışlar karşısında bilenmiştir dersek yanılmış olmayız. Ülkemizde de ideolojik-politik iklim ve bu tür hareketlerin etkisi; küçük burjuva sağ ya da sol devrimci hareketleri, Kurt Ulusal Hareketi’ni içine çekerek çizgi farklarının silikleşmesine yol açmıştır. Düşmanın özellikle 19 Aralık’ta hapishanelere yönelik fiziki saldırısı, devam eden süreçte büyük çapta saldırılarla fiziksel imhayı hedeflemesi, tecrit vd. zindan saldırıları, silahlı mücadeleye yönelik imha operasyonları, tasfiye sureci diye tanımladığımız bu sürecin fiziksel temelini atmıştır. Devam eden aşamasında da ideolojik-politik tasfiye süreci etkili bir şekilde devreye sokulmuştur. Başta illegal çalışma tarzı ve silahlı mücadeleye, onun başarısına inançsızlaştırma, devrimci hareketler üzerinde düşünsel bir kırılma yaratmış, zaten var olan örgütsel yetmezliklerle de bu kırılma büyümüştür.
Bu tür bir etki bizde açıktan yaşanmasa da proletaryanın ideolojisine, iktidar iddiasına, aynı zamanda kendimize ve kitlelere yeterince güven duymama; düşmanı taktik olarak küçümseme ya da stratejik olarak kendi gücünün üstünlüğünü görmeme olarak kendisini alttan alta yaşatıyor. Kitle ilişkilerimizi dar ele almamız, kitlelere (özelde isçi sınıfına) gitmedeki isteksizliğimiz, ruhsuzluğumuz; kitleleri halk savaşına (özelde gerilla savaşına) uygun şekillendirme yönlü güçlü bir bilinç ve çaba geliştirmiyor oluşumuz; örgütsel çalışmamızın ağırlığını legal alandan kurtaramıyor oluşumuz, illegal kurumsallaşmadaki kimi zayıflıklarımız; legal mücadele alanlarının ele alınışındaki sol ya da sağ yaklaşımlar ve daha bir dizi zafiyetli yanımız, hali hazırdaki durumumuzun ve aldığımız etkilerin ilanı olarak karşımızda duruyor.
Yine örgütü kavrayıştaki geri bilinçte, içinden geçtiğimiz ideolojik-politik iklimin ve küçük burjuva devrimciliğinin etkisinin hatırı sayılır bir yeri vardır. Bu bilinç esas olarak sınıf mücadelesini ve sınıf mücadelesi içinde partinin misyonunu kavramamakla ilgilidir. Aynı zamanda proleter devrimcilikteki aşınma, laçkalaşma, uyuşukluk ortamı bu bilinci giderek köreltmektedir. Stalin yoldaşın “Partisizlik, açıklığı ve belirginliği değil, puslu havayı ve programsızlığı sever” değerlendirmesinden yola çıkalım: Yaşamlarımızdan çıkan sonuç, görünen resim, böyle bir hal tarz içinde olduğumuzu göstermiyor mu? Sınıf mücadelesi karşısında, örgütümüzün belirlediği görevler karşısında, alanımızdaki görev ve sorumluluklar karşısında yeterince açık ve belirgin konumlanmayı tercih edebiliyor muyuz? Yoksa örgüt dışında oluşturduğumuz puslu göğün altında, ilke ve programdan, ilkeli ve programlı yaşamdan, fizyonomiden yoksun olarak gün tüketiyor ve kendimizi bu şekilde avutup, kandırıyor muyuz?
Herkes kolektif ya da kendi yaşamından, alanından, bunlara eklenebilecek bir dizi daha değerlendirmeyi ortaya çıkarabilir. Ve bunu yapmalıdır da! Ayrıca her ileri hareketimizde, sınıf mücadelesinin her gelişme evresinde; sorunların veya çelişkilerin başka başka yönleriyle, yeni durum ve olgularla karşılaşacağımızı biliyoruz. Yeter ki bu çelişkiler veya sorunlar karşısında yılgınlık gösteren, sorunları dışına atan, çözümleri hep dışarıdan bekleyen bir tarzı benimsemeyelim. “Büyük bir enerji ancak büyük bir amaç için doğar” bunu unutmayalım!